FİLM

Ada ve Adanın Dışı

Michael Dudok de Wit, Fransızca adı La Tortue Rouge (2016) olan ve Türkçe’ye Kırmızı Kaplumbağa olarak çevrilen filminde bize bir ada hikâyesi anlatıyor. Kahramanımız bilmediğimiz bir dizi olay sonucu insanların olmadığı bir adaya düşer. Filmi izleyip bitirdiğimizde; adanın ıssız (sahipsiz)[1] olmadığını, hatta herhangi bir mekânın ıssızlığının mümkün olamayacağını anlarız.

Birkaç kahkaha ve çığlık dışında insan sesinin olmayışı, kahramanlarımızın isimlerine yer verilmeyişi ve iki boyutlu çizimin tercih edilmesi hemen göze çarpar. Bu unsurlara bakarak bile filmin özne merkezli olmadığı, daha bütüncül bir hikâyeyi mümkün kılan tekniği yeğlediği fark edilir. Böyle bir hikâyeyi yorumlamanın yolu ise sükûnet, deniz, gökyüzü, rüyalar, mizah, gelenler-gidenler şeklinde isimlendirilebilecek unsurları ele almaktan geçer.

SÜKÛNET: Filmin tamamında kuvvetli bir sükûnet hissediliyor. Mekân, kişi, olaylar açısından hikâyenin öğelerinin mümkün mertebe aza indirilmişliği, hikâyenin akışında tercih edilen ritim, filmin tamamındaki renk, ışık, gölge tercihleri bu sükûneti mümkün kılan teknik unsurlar olarak göze çarpsa da başka bir noktadan da bahsetmek gerekiyor. Teknik tercihlere de yansıyan temel bir kabul var ki o da hikâyenin yapıcı ve yıkıcı tüm unsurlara eşit mesafede olması diyebiliriz. Giriş sahnesinde kahramanımızın fırtınalı denizde mücadele verdiği an ile filmin ilerleyen sahnelerinde eşi ve oğluyla güzel vakitler geçirdiği anlar arasında herhangi bir tercih izine rastlamıyoruz. Hikâye tüm parçalarıyla kabul edilmiş, yaşanmış ve yansıtılmıştır.

DENİZ: Hikâyedeki soruların da cevapların da kaynağı olması bakımından çözülemeyen ve çözülemeyecek bir muamma olarak film mekânını dolduran asıl unsur denizdir. Kahramanımızı adaya getiren, onu kırmızı kaplumbağa ile karşılaştırarak adadan gitmesine izin vermeyen, yine kırmızı kaplumbağalar aracılığıyla onu ve oğlunu koruyup kollayan denizdir. Kadının adamla yüzleşmesi de denizde gerçekleşir. Adam deniz yüzünden bir yerlerdeki kendi dünyasından kopup bu adaya gelmiştir ama aynı zamanda deniz sayesinde yeni bir dünya edinip ömrünün sonuna kadar güzel bir şekilde yaşamıştır.

GÖKYÜZÜ: Elbette her şeyden önce hikâyenin mücbir sebebi olan fırtınanın kaynağı gökyüzüdür. Kimi zaman şiddetli yağmurlarıyla kahramanımızı zor durumda bırakır kimi zaman da türlü renk ve görüntüsüyle gece-gündüz boyunca adayı örter. En önemlisi de gökyüzü, kuşlarıyla hikâyenin dönüm noktalarına şahitlik ve eşlik eder. Dört yerde bu etkileşimi gözlemleriz:

* Adam yaptığı üç salı da parçalayarak adadan gitmesine engel olan kırmızı kaplumbağayı yakaladığında kafasına bir ağaç parçasıyla vurur ve sırt üstü çevirerek intikam alır. Bu sırada kuşlar gökyüzünde çığlık çığlığa dağılmakta, adamın yaptığını onaylamamaktadır.

* Birkaç gün sonra kırmızı kaplumbağanın bedeni yok olur ve yerinde bir kadın belirir. Adam ve kadın karşılaşırlar. Tanışırlar ve nihayet eş olurlar. Kavuşma sahnesinde adam ve kadın gökyüzünde kuşlarla birlikte huzurlu bir şekilde süzülmektedir.

* Denizin kabardığı, dalgaların yükseldiği, adanın büyük kısmını su kapladığı afetten hemen önce kuşlar normaldekinden daha farklı bir şekilde çığlık atarak adama bir tür uyarıda bulunurlar.

* Adam ve kadının huzur dolu yaşlılık günlerinde, tüm gökyüzünü dolduran kuşlar yavaş yavaş uçmaktadır.

RÜYALAR: Filmde üçü adama biri de oğluna ait olmak üzere dört rüya yer almaktadır. Bu rüyalar işaret vazifesi görerek kahramanlarımızı yönlendirir:

* Adam, adadaki ilk gecesinde deniz üzerinde uzanan bir köprü olduğunu ve uçarak bu köprü boyunca adadan uzaklaştığını görür.

* Bir süre sonra sahilde bir grup müzisyenin icrasını görür. Onlara doğru koşsa da ulaşamaz.

* Kırmızı kaplumbağayı ters çevirdikten birkaç gün sonra kaplumbağanın o haliyle göğe doğru yükseldiğini, peşinden gitse de yetişemediğini görür. Pişmanlıkla uyanıp kaplumbağayı kurtarmaya çalışır.

* Oğul, genç bir yetişkin olduğunda rüyasında devasa bir dalganın tepesine yüzerek çıktığını, oradan anne ve babasına el salladığını görür. Bu rüya üzerine de onlardan izin alarak kırmızı kaplumbağalar eşliğinde adadan ayrılır.

MİZAH: Adamın fırtınadan sonra sahilde gözlerini açtığı ilk andan itibaren yengeçler bir tür hareket ve mizah unsuru olarak filmde yer almaktadır. Adadan ayrılmak için sal yaparken de yengeçler etraftadırlar. Adamın adadan ayrılışını, salının parçalanması nedeniyle geri dönüşünü aynı ifade ile izlerler. Tüm o meçhullüğün ortasında dile gelmeyecek bir bilgeliğe sahipmişler de; yuvalarına yiyecek taşıyarak, etrafı izleyerek adama sadece yapması gerekenlerle ilgilenmesini, yapmaması gerekenleri de terk etmesini telkin ederler.

GELENLER-GİDENLER: Tüm film, gelenlerin gidenlerin dengesiyle ve bir yandan da bu dengeyi kabullenip devam ettirmekle de ilgilidir. Adam adaya gelişini, sallarını kaybedişini, kadının gelişini ve oğlunun doğumunu kabullenir. Hakeza, genç bir yetişkin olan oğlunun gidişini de… Oğlunu bir tür netice, adam vesilesiyle dünyaya gelen yeni ve taze şey diye düşünürsek bir gün bir rüyayla çağrılıp gitmesi manidardır. Adam, dünyaya gelmesine vesile olduğu şeyle temellük ilişkisine girmeden, almayı da vermeyi de bir bilip sükûnetle oğlunu gönderir. Bu, rüyalara, kaplumbağalara ve işaretlere güvenerek mümkün olmuştur.

Yakından bakıldığında ve filmdeki her bir parçanın işaret ettiği şeyler üzerine düşünüldüğünde filmin hikâyesinin başka bir büyük hikâyenin parçası gibi kurgulandığı belirginleşir. Elbette adanın ıssız olmadığı da…  Ada, kahramanımızı barındırmıştır. Gökyüzü, ay, güneş, yıldızlar, bulutlar ve kuşlar ona eşlik etmiştir. Deniz onu kuşatmış, korumuştur. Rüyalar işaret etmiştir. Tüm bunlar yoğun bir sükûnetle bir bütünün parçaları olmuşlardır. Daha büyük olan hikâyeden açıkça bahsedilmez, ona doğrudan işaret edilmez ama orada olduğu filmde ima edilir. Böylece izleyen her kişi için farklı bir yorum da mümkün olur. Filmdeki adanın yerine mecbur kaldığımız herhangi bir durumu, hayatımızı, dünyayı, evimizi koyarak tekrar düşünebiliriz. Kırmızı Kaplumbağa filmi, formüle edilmesi mümkün olmasa da; mülkiyet ve mecburiyet ilişkisi kurmadan her türlü hikâyeden bir misafir olarak geçmenin imkânına dair işaretler içeren bir numûnedir.


[1] sıf. (Eski Türk. idi iḏi “sâhip, efendi”den iḏisiz > *iyisiz > *іsiz > *іsüz isüz ıssuz ıssız)  Kimsenin bulunmadığı, boş, tenhâ (arâzi, yer), Kubbealtı Lügatı.

Zeynep KÖROĞLU

1985 yılında Yozgat’ta doğdu. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. İstanbul’da yaşıyor. Öğretmenlik yapıyor. Sinema, dizi, müzik ve şiirle ilgileniyor. Vaktinin büyük bir kısmını kelimelere yakından bakmaya ayırıyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  +  69  =  73

Başa dön tuşu