SÖYLEŞİ

Habip Türker ile Sanatın Mahiyeti ve Sinema-Felsefe İlişkisi Üzerine – I

Söyleşi: Rıza Tevfik KALYONCU

  • Hocam öncelikle böyle bir söyleşiye katkı vermeyi kabul ettiğiniz için ben kendi adıma ve Sinema Güncesi ekibi adına teşekkür ediyorum. 

 

Ben teşekkür ediyorum beni böyle bir söyleşiye layık gördüğünüz için. 

  • Sinema Güncesi ekibi olarak biz sinema üzerine düşünmeye çalışıyoruz. Bu açıdan “sinema üzerine felsefe yapmak ne anlama geliyor?” “Sinema üzerine düşünmek ne anlama geliyor?” benzeri sorular bizim için önem arz ediyor. Sizin de sinema ve felsefe ilişkisi bağlamında özellikle fenomenolojik yöntemi kullandığınız çalışmalarınız var. Hâlihazırda fenomenoloji ile ilgili önemli çalışmalarınız bulunmakta. Öncelikle sinema ve felsefe arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Sinema, görsel sanatlar içerisinde resim ve tiyatrodan farklı bir noktada duruyor. Bu farklılık sizin aynı zamanda uzmanlık alanınız olan estetik disiplini açısından da bir yerde duruyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Bir sinema eserini estetik yargı açısından değerlendirmeyi mümkün kılan kriterler neler?

 

Sanatın kesinlikle bir kaos alanı olmadığını, sonsuz çeşitlilikte bir düzenlilik alanı olduğunu düşünüyorum. İnsanlar sanattaki bu sonsuz çeşitliliği hep kaos olarak algıladıkları için buradan kendilerince bir estetik göreceliliğe ulaşıyorlar. Felsefenin işi fikirdir, düşüncedir. Bunu kavramsal yoldan yapmaya çalışır. İster istidlâlî tarzda olsun ister sezgisel tarzda olsun felsefenin işi fikir ve kavram iledir. Sadece sinema değil genel olarak sanatlar bir fikre dayanır. Fikri olmayanın zikri de olmaz. Dolayısıyla sinemanın, sanat olmak hasebiyle belli bir fikri temellendirmesi gerekir. Fakat buradaki temellendirme kavramsal tarzda değildir. Sinemanın bunu kendi ifade formuna göre yapması gerekiyor. Ben bunu aslında tecrübe sürecinin inşası olarak adlandırıyorum. Sanatın, bizim özelimizde sinemanın felsefe ile ilgisi fikir bakımındandır. Fakat felsefe ister sezgisel olsun ister istidlâlî olsun zorunlu olarak fikir ile ilgilidir ve kavramsaldır. İşte sanat bunu fikrî bir süreç içinde değil de daha çok fikri de içinde barındıran bir tecrübe süreci içinde ifade eder. Bu açıdan sanatın dili bilimin ve felsefenin dilinden daha bütüncüldür (holistik).  Felsefî olarak bir önerme ortaya konduğunda buna farklı bir önerme ile karşı çıkılabilir fakat sanat eseri, bir fikri bir tecrübe formu ve süreci içerisinde ifade ettiğinden sizin ona karşı çıkabilmeniz için karşıt bir tecrübe sürecini ona bir yanıt olarak kurmak zorundasınız. O zaman yaptığınız şey anlamlı olur ve sanat dediğimiz hadiseye dâhil olur. Sanatın dili aslında felsefenin dilinden çok daha güçlü bir dildir, söylediğim gibi daha holistik bir dildir. Sanat; düşünceyi, fikri, bilgiyi sadece önermeler arası ilişki ile sınırlandırmıyor. Yani orada bizatihi tecrübenin kendisi ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu tecrübe süreci analiz edilebilir fakat tecrübe süreci olmak bakımından tecrübe süreci kavramsallaştırılamaz ve bu yüzden indirgeyici bir analiz söz konusu olamaz. Yani tecrübe süreci tecrübe süreci olarak kavram yollu aktarılamaz. Bu da sanatın veya sanat eserinin neden salt fikre indirgenemeyeceğinin resmidir. Sanat eserini biricik kılan, cazibesini yitirmemesini sağlayan şey de yine burasıdır. Tecrübe süreci bizde hâl olarak karşılık bulur. Şimdi bu bir tarafta dursun daha özele geçelim. 

Sanat nihayette bir form öğretisidir ve form da tecrübe sürecinin inşasında ortaya çıkar.  Tecrübe bizim hem öznel hem de kültürel zeminimize delalet eder. Bu yüzden sanat aynı zamanda kültürdür. Dolayısıyla kültür olması demek sanatın evrenselliği yanında doğrudan o kültür kodlarına işaret eden belli bir zihniyeti temsil edebilecek özellikte olması demektir. Sanat, bir kültür olması hasebiyle, belli bir zihniyeti temsil etmek durumundadır. 

Ben sanatın evrensel normları olduğunu düşünüyorum sanatçı bu normların farkındadır ya da değildir. Bu şuna benziyor: Nasıl ki konuşurken hiçbir mantık bilmediğimiz halde mantıklı cümleler kurarız; gramer bilmesek de dilin gramer kurallarına uygun konuşuruz. Sanatçı, farkında olmasa da bu normlarla çalışır. Bu normlar ona sonsuz, sınırsız çeşitlilikte bir alan sunar. Her sanatçı kendi kapasitesine göre kendi vergisine göre oradan bir şeyler ortaya koyar. Bu ortaya koyuş süreci zorunlu olarak belli kültürel kodlarla olur. Bu açıdan sanatın bir kültür olması hadisesi onun belirli bir felsefeyi-zihniyeti temsil etmesini gerektiriyor. 

Sinemaya geçecek olursak sinema amiyane tabirle kanayan yaramız. İster şiir olsun ister sinema olsun ister roman olsun bir sanat eserini büyük yapan hususlar çok benzer şeylerdir. Hatta aynı bile diyebiliriz. Tarkovsky’nin filmlerini şiir olarak tahayyül edelim yine çok güzel; müzik olarak tahayyül edelim yine olağanüstü değil mi? Burada ne değişiyor? Burada ifade formları değişiyor, ifade araçları değişiyor ve o ifade araçlarıyla belli şeyler kavranıyor ve ortaya konuyor. Kelimenin hakiki anlamında sanatçı aslında filozoftur, düşünürdür. Filozoftan tek farkı nedir? Bunu kavramsal bir yoldan değil bir tecrübe süreciyle ve sezgiyle yapar. Sezgi eşyaya ve varlığa nüfuz edici, delici bir bakıştır. Sanatçı bu bakışıyla kendi formunu bulur. O yüzden içinde yaşadığımız hayata ilişkin tasavvurlar sanatçının elinde ete kemiğe bürünür. Beni mesela Tarkovsky’de en fazla cezbeden şey onun metafizik bir düşünür olmasıdır. Tarkovsky’yi ne kadar doğru anlıyorlar bilmiyorum ama herkes seviyor. Hatta şöyle enteresan bir anım var: Bir gün Amerika’da çocuğumla parktayım. Baktım Rusça konuşan bir çift var. Onların da bir çocuğu var. “Nerelisiniz?” diye sordum. Ukraynalı ama Rus dillilermiş. Orada Rus Sineması’nı ve Tarkovsky’i çok sevdiğimden bahsedince “herkes çok sever; tüm Ruslar çok sever Tarkovsky’i” dediler. Mümkün değil böyle bir şey dedim. Tarkovsky, bütünüyle anti-materyalist, Sovyetlerin ya da materyalist dünyanın, marksist dünyanın savunduğu temel mefhuma cephe almış bir adam. Tarkovsky hakiki anlamda metafizik bir sanatçıdır. İster Ayna (1975) ister Stalker (1979), ister Kurban (1986) filminde olsun ister bilim-kurgu filmleri olsun hangisine bakarsanız bakın bu adam bir filozof, bir düşünür diyorsunuz. Madem bir düşünür o halde neden filozof demiyoruz? Çünkü bu kavramlar aynı zamanda teknik kavramlardır. Teknik nedenlerden ötürü filozof demiyoruz ama sanatçı demek filozofun yaptığı işi bir tecrübe süreci içerisinde daha otantik tarzda yapan kişi demektir. Dolayısıyla felsefî bir kavrayışı olmayan sanatçı düşünülemez. Sanat temelde entelektüel bir faaliyettir. Yani bunun bir skalası vardır. Kimisi daha yüksektir kimisi biraz daha ortadır kimisi de biraz daha düşüktür ama bu temelde böyledir. Dolasıyla sinemayla felsefe arasında ayrılmaz bir bağ vardır. 

Bir de tabii felsefenin bize kazandırdığı başka bir şey var. Aslında felsefe ile sinema ve genel olarak sanat özelinde ontolojik ilişki hakkında konuştum. Bu ikisi arasında epistemolojik bağ da söz konusu. O da şu; neticede sinema ya da diğer sanat eserlerini anlamak durumundayız. Peki, bu anlama nasıl gerçekleşecek? Önümüze film, resim, şiir, müzik olarak konan bir şeyin sahihlik iddiasını nasıl değerlendireceğiz? İşte felsefe bize bunları nasıl gerçekleştireceğimize ilişkin farklı yaklaşımlar sunar. Birçok yaklaşımdan bahsedebiliriz. Marksist iseniz marksist, pozitivist iseniz pozitivist yaklaşımları denersiniz. Ben bu yaklaşımlar içerisinde diğer yöntemlerin barındırdığı önyargıları barındırmadığı ve sanat eserini kendi varlığında görmeyi öğrettiğinden ötürü fenomenolojik yaklaşımı benimsiyorum. Öyle ki fenomenolojik yaklaşım, bu yöntemde namuslu davranırsak, hakikaten önyargısız bir yöntemdir. Buradaki kastım şablonik bir şey değil. Bu yöntemin kudreti mistik bir deneyimi bile kendi tecrübe formunda analiz edebilmesindedir. İlla mistik olmanız gerekmiyor ama pozitivist ya da tarihsel materyalist perspektiften bakarsanız illa ki belli kabuller ile yola çıkmak zorundasınız. 

Bu açıdan sanatın entelektüel bir faaliyet olması ve felsefenin de bizzat entelektüelliğin kendisi olması, ikisi arasında zorunlu bir bağ kurmayı hem ontik hem de epistemik açıdan gerektiriyor. 

  • Başlangıçta söylediğiniz nokta bana çok önemli geldi. Sanat bir düzenlilik alanıdır. Bir kaos alanı değildir dediniz. Bu aynı zamanda bir felsefî tercihi de ortaya koyuyor değil mi? Ben burada postmodern sanata karşı bir duruş da sezinledim.  Bu Platoncu bir yaklaşım mıdır? Sanat, bir tür harmoni ve uyumu, eşyadaki-varlıktaki uyumu gördüğümüz bir saha mı? 

 

Aslında fakiri de postmodern şairler kategorisinde sayıyorlar. Geriye dönüp baktığımda pek çok şeyim bu tanıma uyuyor. Şu anki kafam olsa öyle yapar mıydım bilmiyorum. Postmodern sanat algıya oynadığı için hakikatle bağı zayıftır. Postmodernlikte hakikat daha çok insanın ağzında olan bir şey, biraz kurgusal bir şeydir. Aslında mesele basit; hayat var, insan var, insanın eylemleri var, insan eylemlerinin birbiriyle karşılaşması var, insanın kendine ve kendisini çevreleyene yönelik soruları var. Bu soruların çaprazlama ilişkileri var. Buradan bir hamule ortaya çıkıyor. Kültür buradan çıkıyor aslında. Bu soruları en basitinden, en pratik olandan en soyut olana kadar, en tikelden tümele kadar bir skala şeklinde düşünebiliriz. 

Diyelim falanca yere gideceğim; nasıl gideceğim? Atın evcilleştirilmesinden uzay araçlarına kadar geçen süreyi göz önüne getirdiğimizde basit bir soruya verdiğimiz yanıtın tarihin seyrini, medeniyet tarihimizi ne denli derinden etkilediğini görürüz.

Kültür aslında bir formdur. İnsanın pratik ve soyut soruları karşısında, sorularına aradığı yanıtlarla ortaya çıkan bir şeydir. Atı evcilleştirdiğinizde bir yaşam formu geliştiriyorsunuz. Ne yiyebilirim, nasıl yiyebilirim dediğinizde buradan bir yemek formu, mutfak formu gelişiyor. Bir de kendimize ilişkin düşündüğümüzde eylemlerimiz karşıdaki insanı etkiliyor. “Ben neyim? Doğru ne? Yanlış ne? Eylemlerin anlamı ne? Acı, iyi, kötü, güzel ne? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum?” Vesaire. İnsan bu formlara uygun ya da uygunsuz yanıtlar geliştiriyor. O yüzden kültürün bir yandan pratik-maddî, bir yandan da teorik-manevi bir veçhesi vardır. İnsan farkındalık sahibi olduğu için kendini ve çevresini tanımak istiyor. Öznelliğinin derunundan gelen saiklerle teorik sorular soruyor. Örneğin nereden geldiğine ve nereye gideceğine dair bir şeyler öğrenmek istiyor. Buradan mitolojiler ister ilahi ister pagan olsun dinler ortaya çıkıyor. Bu pratik ve teorik sorulara yanıt vermek için Cenâb-ı Hak peygamberler gönderiyor. Din sadece nihai metafizik sorulara değil, neyi yiyip neyi yiyemeyeceğimize dair gayet pratik yanıtlar da veriyor. Bazı şeyleri “sen bilemezsin, ben sana söylüyorum nereden geldiğini, nereye gideceğini, neler olacağını” diyor. Bu da bir formül ortaya koyuyor. İşte kültür dediğimiz hadise aslında bir karmaşık formlar toplamıdır. Bu çok dinamik bir şeydir. Mutlak anlamda değil elbette ama göreceli bir değişim içerisindedir.  Sanat, bilim vs. bu formlar içinde ortaya çıkar. O yüzden Türk kültüründe ortaya çıkan müzik ile Alman kültüründe ortaya çıkan müzik birbirinden farklı olmuştur. İslam medeniyeti içinde ortaya çıkan şiir ile Batı veya Uzak Doğu medeniyetleri içinde ortaya çıkan şiir birbirinden farklı olmuştur. Neden? Çünkü bunlar, içinde ortaya çıktığı kültürel formların damgasını taşır. O sorulara yanıttır bunların hepsi. Sanat da böyle bir şeydir.

Rıza Tevfik KALYONCU

Aslen Rizeli olmakla birlikte doğma büyüme İstanbulludur. Tam bir İstanbul ve Bursa tutkunudur. Temel çalışma alanı İslam felsefesi olup diğer çalışma alanları genel felsefe ve sinema teorileridir. Hayat felsefesini özetleyen cümle ise şudur: “Sâbit ol azminde dehr-i bî sebâtın rağmına.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

4  +    =  11

Başa dön tuşu