
İnsan Ruhunun Derinliklerinden Haber Var
Elephant Filmi Üzerine
Lisedeki Katliamın da Filmi Olur mu?
Elephant (2003), Cannes Film Festivali’nde yarıştığı yıl, aralarında Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2003) filminin de olduğu rakipleri arasından sıyrılarak en iyi filme verilen Altın Palmiye ödülünü almıştı. Bu, bağımsız sularda gezen ve kendi sinemasında büyük ölçüde marjinal fikirleri anlatmaya çalışan Gus Van Sant için sıradışı bir çıkıştı. Her ne kadar daha önce Mat Damon ve Ben Afleck’in yazdığı Good Will Hunting (1997) ile ciddi bir başarı elde etse de buradaki aslan payı en iyi senaryo dalında Oscar Ödülü’nü de kazanan senaristlere atfedilmişti.
Elephant’a gelindiğinde ise Gus Van Sant’ın filmde kullandığı cüretkâr anlatım biçimi bu sefer tutmuştu. Onun sürekli denemekten bıkmadığı tercihleriyle bu defa gerçekten de istisnai bir başarıyı yakaladığı teslim edildi. Nitekim 2003’te Cannes jürisi de kritik ve riskli bir konuyu ele alan bu sıra dışı deneyimi tescil etti.
Filmin seyirciyi avucunun içine alan deneysel tercihlere dayalı olmasına rağmen son derece muhteşem bir sonuç çıkaran anlatım özelliklerine geçmeden önce kısaca filmin konusuna değinmek istiyorum.
Film, adına dair bir atıf yapılmayan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki herhangi bir lise olarak bize sunulan bir okulda geçen bir günü ve o gün okulun iki öğrencisi tarafından okuldaki öğrencilerin öldürüldüğü, çeşitli patlayıcılar ve uzun namlulu silahlar da kullanılarak yapılan bir katliamı anlatıyor. Bugünün gözünden bakıldığında, o tarihten bu yana ABD’deki bireysel silahlanmaya olan bakış açısı ve bunun getirdiği sonuçlar neticesinde ABD okullarında pek çok yeni silahlı eylemi işitmiş olsak da Elephant filminin çekildiği döneme yakın bir dönemde, 1999 yılında gerçekleşen Columbine Lisesi Katliamı gündemi epey meşgul etmiş ve çok ses getirmişti. Yine 2002 yılında yönetmen Michael Moore’un provakatif, siyasal taşlamalar da içeren ve söz konusu katliamı konu alan belgeseli Bowling for Columbine gösterime girmişti. Filmin ortaya çıkardığı etki öylesine güçlü olmuştu ki ABD’de yapılan başkanlık seçimlerinde dahi gündeme gelen temel konulardan biri haline gelmiş, yönetmen Moore da politik bir figüre dönüşüvermişti.
Tabii ki böylesine elim bir katliamın kurbanlarının kanları henüz kurumamışken ve ailelerinin de acıları tazeyken, bu katliamı konu alan kurmaca bir filmin yerindeliği çok tartışılabilir bir hale gelebilirdi fakat Elephant’a yöneltilecek böyle bir eleştirinin pek de isabetli olmadığını söylemekte fayda var.
Her ne kadar o dönem bireysel silahlanma konusunda kopan tüm fırtınalara rağmen ABD’deki mevcut politikalara bir etkisi olmasa da film insan doğasına dair yaptığı tespitlerle yalın ve sarsıcıydı. Gerek özgün anlatım biçimiyle gerekse de insan doğasının çelişkileri, insan olmanın ne demek olduğu gibi çok daha evrensel birtakım hususları hatırlatan içeriğiyle ilgiyi fazlasıyla hak eden bir film olarak sinema tarihindeki yerini de aldı.
Bir Karakterin Gözünden Hayata Bakış
Peki film anlatım olarak hangi temel yöntemleri kullanıyordu? Bir yazarın, yönetmenin, oyun tasarlayıcısının temel amaçlarından biri; tasarladığı şeyin muhatabının, tasarlananda var olan kurgusal karakterlerle özdeşleşme duygusunu iyi kurabilmesidir. Bu bir anlatının inandırıcılığı için kaçınılmaz inşa süreçlerinden biridir. Öncelikle filmin bu noktadaki belirleyici seçimi anlatım biçiminin temel ögesini oluşturuyor. 90 dakikalık film boyunca çok az kesme yapılıyor. Bunu yaklaşık olarak 88 çekim olarak hesaplamışlar ve bunun yarısı kadarı filmin son bölümündeki katliam sahnelerinde kullanılmış. Yani film birbiri ardına devam eden pek çok uzun çekimden oluşuyor. Biz, filmde konu edinilen yaklaşık on karakterin her birinin ensesi seviyesinden takip ettiğimiz bir kamera çekimiyle dakikalarca devam eden okula girişleri, koridorlarda yürüyüşleri, yemek yemeleri, birbirleriyle muhabbetleri gibi günlük rutinlerine şahitlik ediyoruz. Uzun çekimler farklı karakterlerle bu şekilde akmaya devam ettiğinden biz aynı anı, farklı karakterlerin gözünden yaşamaya devam ediyoruz. Karakterler birbirleriyle temas ettikleri vakit bu farklı akışlar da birbiriyle çakışmış oluyor.
Filmin bu tercihinin asıl kaynağı üçüncü şahıs nişancı oyunlarında kullanılan karakterin hemen kullanıcının önünde duran yerleşim şeklidir. Film bu tercihi görsel anlatımının merkezine yerleştirdiğinden biz karakterin içinde olduğu atmosfere tüm detaylarıyla hakim olup onunla rahatlıkla empati yapabilirken diğer taraftan ise bir nebze de olsa onun yaşadıklarına dışarıdan bakabilme, gerektiğinde onu eleştirebilme, yargılama imkanına da sahibizdir. Bu tercih bizi duruma göre özdeşleşme yaşadığımız karakteri anlama duygusundan alıp başka birinin yaptığı eyleme şahitlik ediyoruz hissini yaşatabilecek bir imkânı ortaya çıkarıyor.
Nitekim örtülü olarak bir özdeşleşme yaşamamız istenseydi örneğin birinci şahıs nişancı oyunlarındaki gibi anlatı dünyasını karakterin gözünden görmüş olsaydık, özdeşleşme eylemi çok farklı bir nitelik kazanmış olurdu. Counter Strike, Quake, Half Life gibi bilgisayar oyunlarını oynayanların çok iyi bildiği gibi bu oyunlar oyundaki karakterlerin bakış açısından gördüğümüz kamera açılarından oynanır. Oyuncu adeta karakterle yani avatarıyla bütünleşerek o oyun dünyasının içinde yer almaktadır. Bu şüphesiz sanal gerçekliği inandırıcı bir şekilde kurmada çok daha etkili bir tercihtir ama belli ki Gus Van Sant bizden karakterlerle biraz daha farklı bir biçimde ilişki kurmamızı, onları seyretmemizi de istiyor.
Siz İnsan Ruhunun Neresine Dokunuyorsunuz?
Filmin adı “Altı Kör Bilge ve Fil” hikâyesinden geliyor. Buna aynı hadiseye tanıklık eden farklı bakış açıları esprisi de diyebiliriz. Benzer bir temayı, yani gerçekliğin insandan insana değişen yapısına yönelik vurguyu daha öncesinde William Faulkner Ses ve Öfke (1929) romanında, yönetmen Akira Kurosawa ise Rashomon (1950) filminde başarılı bir şekilde kullanmışlardı.
Filmdeki esas mesele de zaten tıpkı bu başarılı örneklerde olduğu gibi insanların ihtiyaç duydukları empati yoksunluğuna odaklanması. Elephant’ın karakterleri, insan olarak her ne kadar okul gibi iç içe bulundukları bir ortamda olsalar da, birbirlerinin yanında görünseler de bir taraflarıyla sanki farklı gezegenlerde yaşıyormuşçasına değişik özelliklere sahip olarak oluşturulmuşlar.
Bu anlamda filmde de vurgulandığı üzere empatinin büyük bir beklenti olduğunu belirtmek lazım. Çünkü dışarıdan bakan birinin başka birini tam olarak anlaması aslında pek de mümkün olacak bir şey değil (hele ki normal hayatta insanları ensesinde duran bir kamerayla takip etmediğimiz düşünülünce.) Bunu her insanın farklı bedenlere hapsolmuş ruhlardan ibaret varlıklar olmaları cihetinden de düşünebiliriz. Filmde de altı çizildiği gibi insanların iç dünyalarına biraz yakından bakıldığında en temel dertlerinden birinin anlaşılamama olduğunu görebiliyoruz.
Nitekim üzerinde boğa figürü olan sarı tişörtlü karakter John aslında sarhoş babasını tam olarak anlayamaz. Babası da kendi çocukça davranışlarının John’u yaşından önce olgun davranmak zorunda kalmaya zorladığını anlayamaz.
Elias elinde fotoğraf makinesiyle sürekli okul etrafında fotoğraflar çeker. Daha sonra ise bunları bir takım kimyasal prosedürlerin içerisinde banyo edip basar. Her ne kadar bu eylemleri aracılığıyla kendine hikâyeler ararken insanları anlayabildiğine samimi olarak inansa da yönlendirdiği, fotoğraflarını çektiği, bir anlamda fiziki ifadelerine, suretlerine sahip olduğu kimselerin aslında ne hissettiklerini anlayamaz.
Beden öğretmeni, Michelle’in beden dersinde neden kısa şort giymek istemediğini anlamak istemez ve onu şort giymediği takdirde dersi geçememekle tehdit eder. Yine arkadaşları soyunma odasında Michelle’den inek diye bahsederlerken onun ne hissettiğini anlayamazlar.
Katliamı yapan çocuklardan biri olan Alex sınıfta otururken arkadaşları onun üzerine birtakım çöpler atıp onunla dalga geçerler fakat neyi tahrik ettiklerini ve onun aklından neler geçtiğini anlamaları mümkün değildir.
Bu örnekler film boyunca devam ediyor ve şahit olduğumuz karakterlerin her birinin etrafındaki insanlar tarafından anlaşılmadıklarını düşünmeleri için kendilerine göre pek çok nedenleri var. Bu noktadan bakıldığında aslında film insan doğasına dair derin birtakım çıkarımlara işaret ediyor. Her ne kadar aynı dili konuşuyor olsak da aynı okulda hatta aynı sınıfta olsak da birbirimizi hakiki manâda anlayamayız. Bu aslında kaçınılmaz bir şeydir çünkü yapısaldır; her insan farklı bedenlere sahiptir. Bu anlamda filmde önümüze sunulan kurguya bakıldığında, anlayamamaktan kaynaklanan çatışma hali insan tabiatından, varoluştan kaynaklanır gibi bir sonuca ulaşmak mümkün olabilir.
Rahatsız Edici Bir Özdeşleşme
Filmin daha önce de bahsettiğimiz gibi karakterlerin enseleri seviyesinde duran, seyirciyi gözleyici konuma sokan, uzun plan çekimleri; gerçek bir izleme duygusunun şiddetini arttırıyor. Öyle ki katliamı yapan karakterler Eric ve Alex’in, katliam öncesi hazırlık sürecindeki hallerini izlemek büyük bir ıstıraba dönüşüyor.
Bu acının temel sebebi artık iki katilin hayatlarının günlük detaylarına, şakalaşmalarına sıradan olayları izler gibi dâhil olmamız. Onların sanki bir kitap teslim alır gibi uzun namlulu silahları internetten sipariş etmelerini, kargo şirketinin getirip çocuk yaştaki bu kimselere silahları rahatça teslim etmesini, ellerini kollarını sallayarak garajlarında talim çalışmalarını sanki rutin hadiselermiş gibi izlemeye devam ediyoruz. Daha önceki sahnelerde katliamı yapanların da bu çocuklar olduklarını bildiğimizden bu durum, artık izleyen konumunda olan bizler için rahatsız edici bir deneyime dönüşmeye başlıyor. Bu rahatsız ediciliğin temel sebeplerinden biri de özdeşleşme mekanizmasının bir taraftan çalışmaya devam ediyor olmasına rağmen bizim bu tip insanlarla özdeşleşme yaşamak istemiyor oluşumuz. Hele ki katliamı yapan karakterlerden biri olan Alex’in, kendini çok zeki zannederek yaptığı katliam planlarının bu kadar içinde olmak insanda bir tiksinme hissinin oluşmasına sebebiyet veriyor.
Sonuç Olarak Filmden Kalanlar
Her bir karakterin hayata baktığı yerin biçimsel ifadesi olarak onları adım adım ense hizalarından takip eden kamera hareketi; karakterlerin etraflarını nasıl algıladıklarını, onların hayata nasıl baktıklarını, neler yaşadıklarını, nasıl tepkiler aldıklarını anlatabilmenin ve gösterebilmenin ayrıca bunun üzerinden bir atmosfer kurabilmenin en başarılı örneklerinden birine dönüşmüş. Böylelikle onların karanlık odada filin neresine dokunduklarının ve onu ne olarak algıladıklarının detaylarına erişme imkânını elde ediyoruz.
Sinemanın imkânlarıyla oluşturulan bu yöntem öylesine güçlü ki takip ettiğimiz o anlarda bir taraftan neredeyse “o” oluyoruz. Yani aslında bize göre “öteki” oluveriyoruz. Diğer taraftan ise gözlemci tarafımız da korunduğundan karakter yanlış bir yere doğru gidiyorsa ona içimizden “Gitme!” diyoruz. Yanlış bir eylemin içindeyse “Yapma!” diyoruz. Ne yazık ki filmin karakterleri ise böyle bir imkâna sahip değiller. Tıpkı bizim gerçek hayatımız gibi.
Gus Van Sant’ın dolaştığı sular, kültürel farklılıklara göre değişebilecek ufak tefek unsurlar içerse bile aslında insan doğasıyla ilişkili olduklarından, yönetmen insanın olduğu her yerde geçerli olan o aynı öze ait detayları yakalamayı başarabilmiş.
Yine filmin artılarından biri olarak yönetmen fil metaforuna istinaden “Siz insan ruhunun neresine dokunuyorsunuz?” sorusuna işaret ediyor. Cevap olarak da bazı ihtimalleri gözümüzün önüne getirmesine rağmen keskin bir yanıt vermeyerek izleyicisini cevap konusunda düşünmeye sevk ediyor. Bu da filmin anlatmak istediğiyle uyumlu olan yerinde bir tercih çünkü bazı dürtüler sanki karanlık bir noktadan, sırlı bir alandan geliyor ve bunlara aslında neyin sebep olduğunu anlamak da tam anlamıyla mümkün değil. Tüm bu ayrıntılara nasıl tepki vereceğimiz de kendi elimizde ve kişiden kişiye değişiklik göstermesi gerekiyor.