Olağanüstü gerçekçiliğiyle, film deneyimindeki kurgusal hissi kaybettiren Nadine Labaki, Kefernahum filmini ustalıkla ve yaratıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Kameranın varlığını unutturan film, gerçeklik ile temsili karıştırarak izleyiciyi düşündürüyor: Bu bir belgesel mi, yoksa oyunculuklar ve temsil ile kurgulanmış bir film mi?
“Kefernahum”, dinî anlamda sembolik değeri olan bir Filistin köyüdür ve ismi Hz. İsa’nın “Dağdaki Vaaz”ı ile bağlantılıdır. Aynı şekilde, başkarakterlerden biri olan “Rahil”in ismi de derin bir sembolizme sahiptir. Köydeki kargaşanın çocukları ne denli derinden etkilediğini gördüğümüz film, Zain’in hikâyesini anlatırken, çelişkilerle dolu derin bir dünyayı gözler önüne seriyor: Kaos, yoksulluk, cehalet, uyuşturucu, çocuk yaşta evlilik, sömürü ve insan ticareti.
Film boyunca nefes almakta zorlanırken ve renkler, çekimler, kamera hareketleri sizi bu derinliğe çekerken yönetmenin tarzını hissetmek güçleşir. Anlatı akıcı bir şekilde ilerlerken, yönetmenin baskın bir sanatsal tarzı olmadığını hissedersiniz. Metnin ritmi, geri dönüşler ve mahkeme sahnelerinde anlatı tarzının sürekli değişmesi, filmin senaryosunun birkaç farklı yazar tarafından yazılmış ortak bir çalışma oluşunu algılamamızı mümkün kılar.
Zain’in yolculuğunda gördüğümüz her şey gerçekçi kara filmleri en iyi şekilde temsil ediyor. Film gerçekçi bir şok etkisi yaratıyor, ancak zaten bilmediğimiz bir şeyi tartışmıyor. Bir önceki cümlede geçen “biz” zamiri bizi, yani üçüncü dünya ülkelerini kastediyor. Gözleri sürekli sokak çocuklarını, gecekondu sakinlerini görenleri… Ve bu şok etkisinin çok büyük bir değere sahip olduğunu düşünüyorum çünkü bu konuları unutmaya başladık diye korkuyordum. İşin çılgın yanı ise filmin hiçbir şeyi abartmaması. Belgesellere benzer şekilde sadece gerçekçi ve somut: Bu anlamda film övgüyü hak ediyor diyebilirim.
Oyunculuk, çekim ve kurgu bana sanki Zain’in hayatını en ön sırada izliyormuşum hissini verirken; karanlığının derecesi, trajedisi, yürek parçalamaları da izlemek istemememe sebep oldu. Kâbuslardan bahsediyorum, gerçek kâbuslardan. Garip olan şu ki izleyiciye şok ve gözyaşı yaşatmak için filmin melodram yoluyla şantaj yaptığını da iddia edemiyorum, yaşadığımız dünya bir yönüyle bu, ve bunun her an gerçekleştiğinden eminiz ama yine de görmek istemiyoruz.
Nadine Labaki her şeyi kolaylaştırmak için aslında zorlu bir yola giriyor: “Neden bir cehennem simülasyonu sunma zahmetine girmek yerine cehenneme gidip orada çekim yapmıyorum?!” Sahnelerin çoğu gerçek ortamında çekiliyor ve bu da dekorasyon, kostüm ve çekimle ilgili her şeyin prodüksiyon açısından karmaşıklığını azaltıyor. Çekimler büyük ölçüde taşınabilir kameralarla yapılmış, bu da sanat yönetmenin seçiminde ve filmin çekiminde seçici olma ihtiyacını azaltıyor. Yönetmen görsel açıdan çok çarpıcı olan bazı sahneler için bu hakkını da saklı tutuyor, ancak yine de sahnelerin ve sekansların detaylı bir şekilde planlandığını düşünmüyorum. Bunun kanıtı, ana çekim sürecinin 12 saatlik bir ilk versiyonla sonuçlanması ve bunun iki saatlik versiyon haline getirilecek şekilde kurgulanması için çekimin üzerinden iki yıl geçmesi. Bunlar uzun metrajlı filmler için alışılmış süreler değildir ve bunları daha çok belgesel çekimleri için duyduğumu belirtmem gerek. Filmdeki açılar ve renkler ise size bu dünyanın renksiz, gri, donuk olduğunu; olmak istemediğiniz, içinden geçmek, içinde yaşamak istemediğiniz çirkin bir hayat gerçekliğini hissettiriyor.
Kadroda bazı profesyonel oyuncular olmakla birlikte, filmdeki kahramanların çoğunun ilk oyunculuk deneyimi. Zain rolünü oynayan Zain Al-Rafii ve Rahil rolünü oynayan Yordanos Chevro, filmde çoğu zaman oyunculuk yapmıyorlar, yaşadıkları ve bildikleri hayatı yeniden canlandırıyorlar: Sonuç kesinlikle harika. Bu türden bir oyunculuk performansını genellikle takdir etseniz de içinde bazı amatörlük belirtileri olduğunu da inkâr edemezsiniz, fakat bu filmde değil. Özellikle filmdeki diyaloglar fazla olmadığı için çok karmaşık ifade biçimleriyle milyonlarca anı unutmayan bir oyunculuk performansı izliyoruz. Yönetmen teknik zorlukları azaltırken sanatsal zorlukları artırmayı seçiyor.
Filmde ele alınan varoluşsal felsefî konu -Beni bu dünyaya kim getirdi- çok basit bir şekilde çözülür: “Ailem hakkıma girdi, çünkü beni doğurdular ve terk ettiler!…” Yalnızca onlar sorumludur, sorun yoksullardır ve çözüm de yalnızca onlardadır. Burada bu sorunun derinlemesine ele alınmadığı, bunun yerine çözüme hemen atlandığı görüşündeyim.
Genellikle bu tür filmler bir çözüm sunmaz. Yazar ya da yönetmen kahraman aracılığıyla bize bir çözüm önerisinde bulunmaz. Daha ziyade prensip, sonu açık bırakmak yönündedir; herkes tarafından kendi çözüm fikri çizilir, böylece her bir izleyici filmi ayrıcalıklı bir tecrübe olmak üzere izler, çözümün sorumluluğunu kendi üstüne alır. Oysaki bu filmde alışılmışın dışında bir tercih olarak kolay ve basit bir çözüm açıkça sunulur: Zavallı insanlar, çoğalmayı bırakın! Çoğaldığınızda devlete bağımlı yaşarsınız, barbarca davranırsınız, hatalar yaparsınız, çocuklarınız da bunların yükünü taşır. Çözüm siz yok olana kadar çoğalmayı bırakmaktır.
Zain suç işleyip hapse girdiğinde, Rahil çocuğunu doğurup sonra onu sakladığında, genç adam bir kız çocuğuyla evlendiğinde, tüm bu sefaletle karşılaştığımızda bunun ağırlığını dayatan bir dünyayla karşı karşıyayızdır. Ne devlet, ne yoksulluğu sürdüren politikalar, ne aşırı zenginlik, ne de yasalar. Bu kurumların hepsi çelişki içindedir ve bunların hiçbiri sorumluluk almaz. Film, evli bir erkekten reşit olmayan bir çocuğa kadar, yoksullar dışında herkesi sorumlu tutmaktan uzaktır; suç bir baba ve anneye, sapkın bir kaçakçıya, belgesiz bir hizmetçiye yüklenir. Bu tür filmler her zaman sefaletin başlı başına bir sorun olduğunu vurgular, sorun sadece yoksullardadır. Örneğin; Etiyopyalı hizmetçi Rahil, modern köleliği kolaylaştıran bir hukuk sisteminin kurbanı değil, yalnızca kaçakçının kurbanıdır. Oysa yargıç, avukat, polis ve yoksulların dünyası dışındaki herkes “kurtarıcı” olan “iyi” adamlardır.
Film devletin en yüksek konumundan, sistemlerden, kanunlardan, uygulaması gereken adaletten ve üstlenmesi gereken sorumluluktan bahsetmekten kaçındığı için konunun dışına çıkar. Söylemini haksız bir tarafsızlığa kadar taşımış, ardından son tahlilde mağduru suçlamaktan yana olmuş, hatta içinde bulunduğunuz durumun sorumluluğunu kendi üstlenmiştir. Bu seçim birçok eleştirmen tarafından, film yapımcılarının ve karar vericilerin onayını kazanmaya ve onların çevrelerinde yer almaya çalışma çabası olarak ele alındı. Filmin çerçevelendiği bu şablon zenginleri yücelten, yoksulları hayata yük olarak gören kitlelerin hoşuna giden küresel bir şablondur ve tüm kötülüklerin asıl kaynağı olarak “sefaleti” gören basmakalıp bir salgındır.
Filmin yapıldığı ülkenin bir vatandaşı olduğum ve ülkede işlerin nasıl yürüdüğünü bildiğim için film yapımcılarının haklı tarafları olduğunu söyleyebilirim. Çünkü yetkililer tarafından metinler üzerindeki sansürün sıkılaştırılması nedeniyle, bu tercihler yapılmadığı takdirde yapımcıların metinlere ulaşabilmesi çok zor hale gelecektir. Bunu yapmazlarsa yayını yasaklanacağı için filmi izlememiz bile mümkün olmayabilir.
Sonuç olarak bu filmi puanlayacak olursam her şeye rağmen yüksek puan verirdim. Daha önce de belirttiğim gibi filmin birçok teknik zorluğu var. Film sonunda metnin uğradığı sapmadan dolayı 10 üzerinden 10 veremesem de, estetik açıdan çok güçlü ve en önemli konulardan biri olan toplum sorunlarının ele alındığı bir film olması dolayısıyla 9,5 puan verebilirim. Sanatsal düzeyde muhteşem sahneler, çekimler ve açılar sunan film; izleyiciyi pek çok yönüyle ayağa kalkmaya ve şapkayı çıkarmaya zorluyor diyebilirim. Filmi izlemediyseniz en az bir kez, ama sahnelerinin sertliği ve acı verici gerçekçiliği nedeniyle en fazla bir kez izlemelisiniz.