Nacer Khemir’in Sinemasını Kendisinden Dinleyelim
Alin Taşçıyan’ın moderatörlüğünde Gerçekleşen Ustalık Sınıfı İzlenimleri
Geçtiğimiz Kasım ayında 8.si gerçekleşen Alemlere Rahmet Uluslararası Film Festivali’nin (ARUFF) 4. gününde Alin Taşçıyan moderatörlüğünde, çoğumuzun Bab’Aziz (2005) filmiyle tanıdığı ünlü yönetmen Nacer Khemir ile bir ustalık sınıfı programı gerçekleşti. Moderatörün yetkin soruları ile hızlı başlayan program, dinleyicilerin soruları ile devam etti. Oldukça ilgi çeken programda sorulara Nacer Khemir’in verdiği incelikli cevaplar hem şairane bir zarafet taşımakta, hem de sinema dünyasında etkisini hissettiğimiz ama adı tam konulamayan ciddi güncel sorunların tam kalbine isabet edecek önemli eleştirel tespitler yapmaktaydı.
Yönetmenin çocukluk yılları ve sinemayla nasıl tanıştığına dair en dikkat çekici özellik, sinemayı özgürleştirici bir alan olarak görmesiydi. Kendisi Fransa’da yatılı okulda kaldığı yılları askeriye disiplinine benzetiyor ve belirli saatlerde yemek yediği, belirli saatlerde uyuduğu bu düzenin içinde Cuma günü öğleden sonra film seyrettikleri zamanın yerinin kendisi için apayrı olduğunu söylüyor. Salon karardığı anda yaşadığı özgürlük duygusunu şöyle aktarıyor: “Oradaki yöneticiler artık bizi göremedikleri için bize numaralarımızla hitap edemiyorlardı. Sinema benim için bu anlamda özgürlüğü tatmak ve başka bir açıdan dünyaya açılmak anlamına geliyordu.”
Çocuklarla çalıştığı yılların sinemayla ilgilenmesinde etkili olduğunu aktaran Khemir, resim ve müziğin çocukların özgürleşebilecekleri bir alan oluşturduğuna dikkat çekiyor. Onlara resim yaptırırken iyi çalışmaları karşılığında her gün bir hikâye anlatacağının sözünü verdiği için çocukların gerçekten iyi çalıştıklarını, bunun sonucunda da kendisini bir hikâye anlatıcısı olarak bulduğunu anlatıyor. O zamanlar Devanası adında bir kitap yazdığını hatıralarından aktarıyor ve ekliyor: “Ama hakikî anlamda kendimi bir hikâye anlatıcısı olarak, Binbir Gece Masalları’nı 30 sene boyunca Avrupa’nın farklı farklı ülkelerinde anlattıktan sonra idrak ettim.” Nacer Khemir, bu deneyiminin ileride filmlerle bir hikâye anlatıcısı olması üzerinde etkili olduğunu düşünüyor ve ekliyor: “Çünkü hikâyesiz kimlik olmaz. Öz kimliğimi yeniden keşfetmek, yeniden bulmak için hikâye anlatıyordum.”
Paris’teki Chaillot Tiyatro Sahnesi’nde (Théâtre National de Chaillot) bir ay boyunca her akşam Binbir Gece Masalları’nın bir bölümünü anlattığı bu yıllarda hikâye anlatıcılığının sinemacılığın atası olduğunu fark ettiğini açıklıyor. Sinemacılık ile hikâye anlatıcılığı arasındaki paralelliklere dikkat çeken Khemir, film yönetmenlerinin sinema üzerinden kazançlarını sağladıklarına dair bir yanlışı da düzeltmek istiyor ve o yıllarda asıl geçim kaynağının bu konferanslar ve hikâye anlatıcılığı olduğunu belirtiyor:
“Bab’Aziz’de prodüktör, senarist, set tasarımcısı, yönetmen idim ama hiçbir maddî hasılat elde etmedim. Ve sonunda filmi kurtarmak için –çünkü ortak yapımcılar filmi durdurmak istiyorlardı- kendi birikimlerimden 100.000 Euro yatırmak zorunda kaldım. Sinema bana maddî olarak bir şey getirmedi.”
Alin Taşçıyan’ın “Peki manevî olarak ne getirdi?” sorusuna cevap olarak ise “Farklı bir beldenin kültür diktasına boyun eğmemeyi öğretti” diyor yönetmen. Bab’Aziz’in Avrupa film festivallerinde yer almadığını hatırlatarak, nice Avrupalı film festivalinin başkanı kendisinin arkadaşı olduğu hâlde filmi festivallere dâhil etmeyi kabul etmediklerini aktarıyor. “Bu apaçık bir şey: Güçlü olan kim ise onun görsel kültürüne boyun eğmeniz bekleniyor. Ama ben küçüklüğümden beri kimsenin boyunduruğu altına girmemeyi öğrendim. Amacım kimseyle tartışmak değil, ama ne hissediyorsam ve ne düşünüyorsam onu ifade etmek için çalışıyorum. Babamın yüzü o filmde İslâm’ın ta kendisiydi ve onun kirletilmesine izin vermek istemiyorum. Bu kabul edilip edilmeme meselesinden ibaret değil; bir şuur, bir haysiyet meselesi: Lekum dinukum, ve liye dîn.”[1]
Avrupa’da bir şok etkisi yaratan Çöl İşaretçileri (1984) filminin aslında tam olarak anlaşılmadığını düşünüyor ve bu ilgiyi filmin farklı bir hikâye anlatımının olmasına bağlıyor. Filmde nesillerin ülkelerinin geleceklerini değiştirmek için çektiği acıları anlatmayı hedeflediğini ve “işaretçiler” metaforunu icat ederek, herkesin daha realist bir sinemaya yöneldiği yıllarda mitolojik bir anlatı seçtiğini belirtiyor. Filmin ikinci ayırıcı özelliğini ise bir şey öğretmek amacıyla bir köye gelen öğretmenin, öğretmeye çalıştığı şeyin yanlış olmasını fark etmesi olarak açıklıyor. “Biz bu problemi bugün hâlâ yaşıyoruz, bugün bile geçerli bir problem. Çocuklarımıza verdiğimiz eğitim bence tamamen yanlış. Onları ayakta dimdik durabilen insanlara dönüştüreceğimize başlarını eğmelerini sağlıyoruz.”
Filmde güzelliği acı duygusuna benzettiğini anlatan yönetmen, “şu an bizi çevreleyen görsel kültür 100 senelik sömürgecilik kültürünün bir neticesi. Ben bu çalışmamla aslında bu 100 senelik sömürgecilikten kurtulmaya çalışıyorum.” sözleriyle estetik yaklaşımını belirtiyor. Güvercin’in Kayıp Gerdanlığı (1991) filminde de benzer şekilde kendine merkez aldığı noktanın minyatür sanatı olduğunu söylüyor ve bunu bir anti-foto (fotoğraf karşıtı) yaklaşım olarak ele alıyor.
Avrupa film yapım dünyasının tam kalbinde bir Tunuslu yönetmen olarak Nacer Khemir’in program boyunca aktardığı anekdotlar da oldukça dikkat çekiciydi. Bir anısını şöyle aktardı biz dinleyicilere:
“Bana gelen en ilginç sipariş filmlerden birisi Afrikalı Leon adında birisiyle ilgiliydi. Leon, korsanlar tarafından yakalanıp satılan ve Hristiyanlaşan bir kölenin hikâyesi. Hakkında araştırmalar yaptım. Afrika’nın Tarihi adında bir kitap yazmış. Bu kitabı yazdığı matbaayı bile ziyarete gittim. Hayatının sonunda yeniden Tunus’a dönüp Müslüman olduğunu öğrendim. Bunun üzerine yapım durduruldu ve filmi yapamadık. Hristiyan olduğu sürece güzel bir fikirdi.”
Herkesin ilgisini çeken Bab’Aziz filmindeki İslam, tasavvuf ve inanç katmanları üzerine moderatör Alin Taşçıyan’ın bir sorusu takip ediyor. Bu soruya ise Nacer Khemir’in cevabı oldukça dikkat çekiciydi: “Hiçbir zanaatkâr yoktur ki tasavvufî bir yolun mensubu olmasın. İnşaat ustaları dahi zikir hâlindedir, iş yaparken kalplerini cilalar, parlatırlar. Bu âlemde tek başına olmadıklarını fark ederler. Yaratıcı hiçbir şeyi tesadüfen yaratmamıştır. Her şeyin bir işlevi, bir kıymeti vardır bu âlemde. Mesela bir karıncanın önemini anlatan bir sürü tasavvufî hikâye bulabilirsiniz. Bizim estetiğimiz de buradan gelmektedir. Hz. Peygamber’in şu sözündeki gibi: ‘Allah güzeldir, güzelliği sever.’ Nerede güzellik varsa aşk vardır. Nerede aşk varsa güzellik oradadır. Bir topluma bakıp onu çirkin buluyorsanız, o toplumun aşkı unuttuğunu anlarsınız. Benim için sanatçının işlevi budur; bunu unutturmamaktır. Sanatçı politik bir lider değildir, bir sosyolog, bir gazeteci değildir. Herkes işini yapsın!”
Oturumu yöneten Alin Taşçıyan’ın son sorusu da İbn Arabî üzerine oluyor. Nacer Khemir, onun hakkında bir film yapmanın hiç kolay olmadığını, ama İbn Arabî’de İslam’ın ne olduğu ve ne olacağına dair izler bulabileceğimizi belirtiyor. Ona göre İbn Arabî, mezhepler ve dönemler üstü bir kimse. Onun bu özelliğine dikkat çekmek ve hâlâ hayatta olduğuna inandırmak için bir film yaptığını, filmin sonunda İbn Arabî’yi tanımayan izleyicilerden onunla gerçekten tanışıp karşılaştığını zannedenler olduğunu söylüyor.
Ustalık sınıfının soru-cevap kısmında dinleyicilerin soruları ise en çok Bab’Aziz filmine dairdi. Bir Türk köşe yazarının filmi izledikten sonra köşe yazısı yazmayı bıraktığını öğrendiğinde çok şaşırdığını söyleyen Nacer Khemir, ekliyor: “Acaba benim görmediğim neyi gördü o filmde? Gerçekten merak ediyorum. O yüzden diyebilirim ki film yapıldıktan sonra artık benim olmaktan çıkıyor, seyircinin oluyor. […] Güzelliği, benden daha iyi anlatan Celaleddin Rumî’de de görebilirsiniz, Nazım Hikmet’te de. Onu kim görebiliyorsa güzellik onundur. Çocukluğumda yaramaz biriydim. Asıl değişimim bir ressamın şehrimize gelmesiyle oldu. Onun resimlerinde, her zaman çirkin gördüğüm köyümü ilk defa güzel gördüm. Böylelikle güzelliğin yumuşaklıkta, şefkatte olduğunu anladım. Güzelliğe sizi şefkat götürür; merhametin ta kendisi. Ve o her yerde vardır.”
Bab’aziz filminin self-oryantalist olduğuna dair eleştiriler hakkında ne düşündüğü sorulduğunda ise Nacer Khemir şu şekilde cevap veriyor: “Benim Tunuslu yurttaşlarım filmin bir Tunus filmi olmadığını düşünüyor ve beni Batı’ya satılmış biri olarak görüyor. Kimileri içinse gerici biriyim. Tunus televizyonuna çıktığım tek sefer aklıma geliyor, gazeteci hanım bana geçmişe ağladığımı söylüyor. Ona dedim ki; ‘ben aslında sizin geleceğiniz için ağlıyorum’. En büyük problem, işte en büyük problem: Yağmalandık! Bize hırsızlık yapıldı. Batı’daki Arap yazma eserlerinin sayısını söylesem bana inanmazsınız. Doğu’dan Batı’ya ilham veren mimarî eserleri sayamam size. Bunları sanki kendi mallarıymış gibi bize pazarlıyorlar. Bunlar, benim minyatürleri çalışmama engel olmuyor tabi. Biz farkına bile varmadan bizi yağmalıyorlar. Mirasımızın bile farkında değiliz, görünce tanıyamıyoruz. Benim sinemada bir tavrım var aslında, size sadece bir hikâye anlatıyorum. Hayat şudur, budur diyerek bir şeye ikna etmeye çalışmıyorum. Bir şiirin işlevi gibi. Hâlbuki sinemanın size bir gerçeklik dayatma iddiası vardır; hayat şudur, budur diye önermelerde bulunur. İşin aslı, büyük bir yalan olduğudur. Biz sadece hikâye anlatmaya çalışıyoruz, lakin hikâye hafife alınacak bir şey değildir.”
Nacer Khemir’in hem kültürel dayatmalara rağmen film yapma konusundaki tecrübeleriyle ilgili bir fikir sahibi olduğumuz, hem de sanata ve güzelliğe bakış açısına dair zarif yaklaşımını kendisinden dinlediğimiz bu ustalık sınıfı etkinliği izlenimlerimizi yönetmenin şu estetik sözleriyle noktalayabiliriz sanırım: “Bir tasavvuf tarihçisi ya da araştırmacısı değilim. Cennete gidip gitmeyeceğime dair de bir fikrim yok, bu bambaşka bir soru. Benim yapmaya çalıştığım tek şey haysiyetimle yaşamaya çalışmak. Bunun en zor meslek olduğunu söyleyebilirim. Bu hayatta bana uyan kaynaklar arıyorum sadece. Tasavvuf bana böyle bir çatı, bir semâ verdi. Herkes elinde ne varsa onunla bir şeyler üretmeye çalışıyor. Bir bisiklet üstündeyiz ve düşmemek için sürmeye devam etmemiz lazım. Olay bundan ibaret, öyleyse sürün o bisikleti: Ama sufî bir ilahi ile sürerseniz daha güzel bir ritim yakalarsınız. Çünkü hayat da bir kalp atışı, bir ritimdir. Tasavvuf da aynısı…”
ARUFF festival ekibine usta yönetmen Nacer Khemir ve ilgiyle takip ettiğimiz Alin Taşçıyan’ı izleyici ile buluşturduğu organizasyon ev sahipliği için, ekibin değerli fotoğrafçılarından Gülay Tekeli’ye de eşsiz fotoğraflarıyla bu yazıya katkıda bulunduğu için bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.
[1] Anlamı: “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” Kur’an-ı Kerim, Kâfirûn Suresi, 6. ayet.