Neden Terk Edildim?

Benim Kabak Hayatım (2016) aslında yeni bir hayatı mecburen öğrenmek zorunda olan Kabak’ı anlatıyor. Filmin sorguladığı husus; alt üst olmuş bir hayatın tekrar düzelmesi mümkün mü? Özetle film, annesi vefat eden bir çocuğun yetimhaneye yerleştirilmesiyle başlayan yeni hayatında ortama uyum sağlama, arkadaşlık ilişkileri geliştirme ve koruyucu aile hususlarının çocuk üzerindeki etkisine odaklanıyor. Ölümle başlayan filmin yeni bir hayat ile bitmesi ise hayatın zıtlıklar barındırdığını gösteriyor. Yetimhanenin isminin Fontaine olması da filmin biraz masalsı bir atmosferde geçtiğini hissettiriyor. Nitekim öyle de.

Filmde dikkat çeken bir hususla başlamak istiyorum. Bilhassa Kabak ve ondan sonra yetimhaneye gelen Camille’in ailelerinin öldüğü vurgusu olsa da filmde ölüm ismi doğrudan geçmiyor. Bunun yerine “annen”, “baban” veya “çocuğun” “cennete gitti” ya da “buradan uzakta” gibi tabirlerin kullanılması dikkat çekiyor. Belki bu nüans çocukların henüz soyut duyguları anlamlandıracak yaşta olmamasından ya da yeni yeni zihinlerindeki kavramları görünür dünyada algılamaya başladıkları bir dönemde olmalarından kaynaklı. Nitekim Polis Raymond da kendi çocuğunun vefat ettiğini Kabak ve Camille’e “bazen de çocuklar ebeveynlerini terk edebiliyor” diyerek açıklıyor. Bu nüans yönetmenin belki bilerek uyguladığı bir taktik belki de bunu hiç bilmeden yapıyor. Her ne kadar bu çocuklar 9-10 yaşlarında olsalar ve ölümün kaçınılmaz olduğunu kabullendikleri bir döneme yaklaşsalar da çocukluk güdüsü onlara “anneme gitmek istiyorum” cümlesini kurdurabilir.

Sevgi ise filmin öne çıkan bir unsuru diyebilirim. Fontaine’e gelen çocuklar ya sevildikleri ya da sevilmedikleri için ailelerinden uzaktalar. Sevgi dinamik bir yapı, insan hem göstermeli hem de görmeli. Bunun eksikliği insanı hırçınlaştırıyor ya da hayata karşı olumsuz tavır almaya sevk ediyor. Filmdeki iki sahne bu hususu çok hissettiriyor. Polis Raymond, Kabak’ı ya ziyarete geliyor ya da onu hafta sonu için evine götürüyor. Bu ziyaretlerinden birinde Polis çocuğa onun yanındayken her şeyin ne kadar güzel göründüğünden bahsediyor. Kabak da ona “sen gelmesen bu kadar güzel olmazdı” karşılığını veriyor. Çocuğun burada kendisinin sevildiğini ve önemsendiğini görmek ve duymak istediğini bu diyalogun geçtiği sahnedeki kahramanların bakışlarından yakalamak mümkün. “Sence buraya mecbur olduğum için mi geliyorum? … Buraya geliyorum çünkü seni seviyorum” diyor Polis Raymond konuşmanın devamında.

Daha filmin başında yetimhanedeki arkadaşına “sevecek kimse kalmadı Simon” diyen Kabak, artık kucaklaşabileceği birine kavuşuyor. Bunun yanında Camille’in Fontaine’e gelmesiyle Kabak yeni bir sevgi türü ile tanışıyor. Henüz çocuk olmaları bu sevginin sınırlarını çok net çizmesine rağmen, insanın her yaşta içinde sevgiyi barındırdığının apaçık gösterilmesi güzel. “Eğer buraya gelmemiş olsaydım seni tanıyamayacaktım” diyor Kabak, Camille’e. Kabak’ın bu cümlesi de bir nevi hayat mottosu gibi sunulan “bütün fırtınalar hayatımızı bozmak için gelmez” cümlesini hatırlatıyor. Olan her şeyin evrende bir karşılığı var ve insanın hayatına başka değerler katabiliyor.

Filmdeki sevginin gösterildiği sahnelerden biri “yoksukluk içimizde”nin hatırlatıcı hususlarla hayatın her anında karşımıza çıkabileceğine dair. Sevginin anne ve oğul arasında gösterildiği bir sahneye gidelim, biraz iç burkan bir atmosfer ama. Fontaine sakinleri bir kayak merkezine tatile götürülüyor. Gün içinde gülüp eğlenen çocuklar, kayak merkezine ailesiyle gelen bir çocuğun acı çığlığı ile irkilerek sesin geldiği yöne bakıyorlar. Kayak yapan bir çocuk hızını alamayıp düşüyor ve annesi yanına koşarak çocuğunu teselli etmeye başlıyor. Onların sevgi dolu ilişkilerine, çocuğun can acısının anne tesellisi ile geçirilmeye çalışılmasına, yedi kahramanımız derin bir özlemle bakıyorlar. Her ne kadar can yakan bir sahne olsa da, çocuklar bu sahneyi izlerken donuk olsalar da hiçbiri bu yoksunluğu hissettiklerine dair fiziksel ya da sözel bir tepki vermezler. İnsan bu sahnenin gerçekliğini biraz sorguluyor ama filmde hissettirilen bir durum bu sorguyu büyütmüyor. Çocuklar çoktan fark etmiştir ki birbirlerinden başka onları seven ve kollayan kimse yok.

Aileyle ilgili bir hususa değinmişken; filmde önemli nüans olarak gösterilen bir diğer durum da koruyucu aile müessesesi. Polis Raymond filmin sonunda Kabak ve Camille’i evlat ediniyor. Çocukların koruyucu ailesi olmak istemesinin nedeni belki karşılıklı olarak eksik yanlarını tamamlamak. Çünkü çocukların ebeveynleri onları “bırakıp” gitmiştir, polisin de oğlu onu “bırakıp” gitmiştir. Simon’un filmin bir sahnesinde yaptığı vurgu, bilhassa yetimhanedeki  yaşları daha büyük çocukların koruyucu aileye sahip olmasının önemini hissettiriyor. Arkadaşlarını bırakmak istemediği için polisle gitmek istemediğini dile getiren Kabak’a “tabii ki gideceksin, büyük çocukları ne kadar az evlat edindiklerini biliyor musun?” der Simon. Fontaine’de kalan her çocuk, içten içe kendisinin eğitim, bakım ve yetiştirilme sorumluluğunu üstlenen birini; aslında anneyi ve babayı istiyor. Buna kavuşunca ister istemez gözyaşları tutulamıyor. Çünkü “Bazen mutlu olunca da ağlarız.” diyor Kabak.

Filmin sonunda yönetmenin ya da senaristin vurguladığı bir hususun  çok daha kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu nokta Fontaine’de kalan çocukların dilinden sunulurken aslında yetimhanede yetişen çocukların hayatları boyunca terk edilme nedenlerini sorguladıklarını apaçık hissettiriyor. Yurt öğretmeninin ve çocukların bakımına destek çıkan kadının bir bebeği olur. Ve tüm çocuklar kendileri gibi bu bebeğin de terk edileceğini, kendileriyle kalacağını düşünürler, çünkü tek bildikleri gerçek budur. Anneden bebeğin yurtta kalmayacağını öğrenirler ve çok şaşırırlar. Çünkü bildikleri şey, bir çocuğun terk edilmesi için çok neden olduğudur:

“Çok çirkin olsa bile mi?

Çok kötü koksa bile mi?

Sürekli ağlasa bile mi?

Yatağını ıslatsa bile mi?

Okulda başarısız olsa bile mi?

Çok aptal olsa bile mi?

Deli gibi yemek yese bile mi?

İğrenç kokan ayakları olsa ve adını unutsa bile mi?

Sürekli bağırıp, tahammül edilemez olsa bile mi?

Kötü kokular çıkarsa da mı?

Duvarları karalasa bile mi?

Polis olmak istese bile mi?

Zürafa kadar uzun olsa bile mi?

Panço olsa da mı?”

Fakat çocuklar bu durumların kadının çocuğunu bırakması için bir neden olmadığını öğrenirler ve yeni bir gerçekle tanışırlar. Çocuklar için bu mutlu bir tesadüf belki. Tüm eksik yanlarıyla bir çocuğun çocuk olmaklığı ile kabul edilmesi gerektiğini gösteriyor film. Ondan bir yetişkin gibi düşünmesini, konuşmasını, davranmasını beklemeden çocuk olmanın verdiği mükemmellik çerçevesinde görülmesi gerektiğini vurguluyor. Çünkü hiçbir insan doğduğunda en mükemmel şekilde var olmuş değil. Çocuğu zaman içinde şekillendiren ailesi, çevresi ve öğrendiği şeyler.

Hülasa, zaman zaman yönetmenin ya da senaristin tehlikeli sınırlarda dolandığını da belirterek sona yaklaşabilirim. Çocukların kadın-erkek arasındaki cinsel ilişkinin boyutlarını sansürlemeden dile getirmelerine izin vermek düşündürücü bir nokta. Aynı şekilde bir bebeğin nasıl oluştuğunun söyletilmesi ve resmettirilmesi de kritik bir eşik diyebilirim. Bu iki nokta dışında kurgunun aslında büyük bir hikaye olduğu düşünülürse, doğallık ve sadeliğin dikkat çektiğini belirtebilirim; çocukların kendi arasında ve yetişkinlerle diyaloglarının inandırıcı gücü izleyicinin empati kurmasını sağlıyor. İç içe geçmiş acı hayatların ele alındığı filmde umuda giden ışıkları takip etmenin elzem olduğunun hissedildiğini belirterek yazıya son verebilirim.

Exit mobile version