
Sağduyunun Gücü Adına
Bir büyük oyun bu yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli
Yitirmeli ne varsa
Başlamalı yeniden
– Gülten Akın
Bresson’un Pickpocket (1959) filmindeki Michel, kayıtsızlığa kadar varan bir yabancılaşmayı yaşamasıyla Albert Camus’un Yabancı romanındaki Mersault’u; iradesini suça yönlendirmesiyle ve suçuna ahlâkî bir bahane bulmasıyla da F. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov’u hatırlatıyor. Yaşadığı (!) odanın kendi dünyası gibi virane ve küçük olmasıyla da yine Raskolnikov’u hatırlatan Michel ve onun psiko-sosyal durumları yoluyla Bresson; suç, erdem, gerçek ceza, vicdan, iç kargaşa gibi temaları tartışıyor.
Çatışmaları Nahif Bir Dille Anlatabilmek Mümkün
İnsanın ontolojik varlığının başlangıç noktası olan ”düşüş” olgusunu insanın varoluşsal krizlerinin temeline koyan felsefi bakış açısı ile varoluşçu felsefeye yakın olan Bresson, seyircinin de bu anlamda filme katılmasına fırsat tanıyor.
Robert Bresson, filmlerinde insanın içsel durumlarını empatik ve gerçekçi, estetik anlamda vasatın dışında, kendine özgü bir biçim anlayışıyla ve etik bir dille aktarıyor. Görsel bir sanat dili olan sinemayı görselin zihni doldurmasına izin vermeden kullanıyor. Manipülatif bir araç olan kurgunun unsurlarının çokluğunun zihni bulandırmasına engel olarak ve soyutlayarak, sinemanın temel öğelerinden olan hareketi hızın algılamaya ket vurmasına engel olarak kendine özgü diliyle ve sinematografinin imkânlarını zorlayarak yorumluyor.
Açıklamak yerine anlatmayı, kritik ederek ve karanlığı göstererek aydınlatmayı, öğretmek yerine sezdirmeyi, dramsal duygulandırma yerine duyumsatmayı ve özellikle sağduyuya idrak ettirmeyi tercih ediyor. Yine içerikte yanlış, çirkin ya da kötü olanı gösterirken biçimde bunu teşvik etmeyi değil sorgulatmayı ve düşündürmeyi tercih eden Bresson, tinden/ruhtan yana bir söylem, sanattan yana bir vizyon ve şiirsel bir dil sergiliyor.
İçerikteki derinlikle biçimsel unsurlardaki sükûnetin oluşturduğu paradoksal birliktelik Bresson’un kendi içinde uyumlu sinematografik dilinin temelini oluşturuyor. Bresson’un gerçekliği; sezgi, mecaz ve biçimle oluşturulan figüratif bir gerçeklik ve filmlerinin bu şekilde oluşturulan yapısı sinemanın beslendiği tiyatro ve resim gibi görsel sanatlardan ziyade şiir sanatına yakın duruyor.
Michel’in Yaş-ayamayışı
Michel işlediği hırsızlık suçuna mantığa bürüme ve savunma mekanizmasıyla vicdanının karşısında kamuflaj uyguluyor. Savunma mekanizmaları “ego”ya dair unsurlardır. Kişinin ilkel, basit ve ısrarcı arzularını temsil eden “id”i ile kendini savunan ve bu arzuları dengeleyerek görünür hayata katmaya çalışan dengeleyici “ego”su arasındaki denetlemeyi yapan “süperego”dur. Süperego; vicdan, din, kültür, yasalar, toplum gibi üst benlik unsurlarından kaynaklanır. Bu durumda filmde süperegoyu, Michel ile tartışan polis müfettişi temsil etmektedir.
Annesine de sevdiği kız Jeanne’a da sevgisini göster(e)memesi, acısını dahi yüzeysel yaşaması, elinden tutmak isteyen en yakın hatta tek dostu Jacques’a -kaçtıklarını ve mantığa bürüdüklerini kendisine hatırlattığı için- öfkelenmesi, zeki ve yetenekli olmasına rağmen çalışmaması, eline geçen parayı kumarda tüketmesiyle, “korkacak/kaygılanacak neyim var ki!” demesiyle yani kaybedecek bir şeyi olmayan profiliyle, odasının kapısını hep açık tutmasıyla ve günlük yazmasıyla Michel’in varoluşsal anlamda nihilist bir karakter olduğu açıktır.
Kendini yakalatması, içindeki bastırılmış iyinin ve savunmacı kötünün çatışmasından iyi tarafın baskın çıktığı bir âna denk gelir. Hapishane Bresson’un birkaç filminde daha görülen bir metafor olarak filmde yerini alır ve aşk/sevgi metaforuyla beraber bu metafor Michel’in aydınlanmasının yolunu açar. Başka bir ifadeyle kaderinde anahtar görevi görür. İnsan için doğum travmasından, annenin güvenli limanından ayrılışından itibaren şifa şefkattir. Bu nedenle her insan, hayatı boyunca şefkat ve güven arar. Bu arayış bazen büyük yanılsamaların kucağına atar insanı ve düşüşü büyütür. İnsan buna dur deme iradesini göstermediğinde ise o büyüyen çığın altında kalır.
Michel’in, hapishaneye kendisini ziyarete gelen Jeanne’a önce son bir içsel firar denemesi olarak “git, kimseyi istemiyorum” demesi ama Jeanne arkasını dönünce hemen “gitme” demesi ve “sana ulaşmak için öyle tuhaf yollardan geçtim ki” diye eklemesi de bu metaforik düzlemi açıklıyor.
Hayatta en sevdiği insan olan annesine, o kadar yakınında olmasına rağmen uğramaması hem kendi başarısızlıklarından hem bizzat annesinden de hırsızlık yapmış olmasından hem de suçluluk duygularından kaynaklanmaktadır. Anne figürü bu anlamda bir metafor olarak okunabilir ve merhametli Tanrı ile başarısız kul arasındaki ilişkiye bir işaret olarak kabul edilebilir.
Filmde dış ses biçimsel bir unsur olarak kullanılıyor ve aynı zamanda sürekli bir içsel sorgulama ve sorgulatmaya denk geliyor. Gerçek dünyaya dair seslerin verilmesi ve oyuncuların da amatör olması filmin seyirci tarafından gerçek olarak algılanmasını -içeriğin insanın gerçekliklerine yakın oluşuna ek olarak- biçimsel olarak destekliyor.
Sinemanın felsefe ve edebiyattaki köklerini açığa çıkaran bir değerlendirme yazısı.
Filmi anlık ve görsel bir şölen olmanın ötesine taşıyor; insanın sorgulama yetisinin kapısını çalan bir bilgeye dönüştürüyor.
Sevgili Derya’ya teşekkür ederiz.