FİLMGÜNCEL

Yeniden Başlamak, Ama Nereden?

The Imam filmini kısmen incelediğim bir önceki yazının üzerinden çok geçmeden, aynı hikâyenin devamı olan 2024 yapımı Yeniden Başlamak filminden haberdar oldum. Önceki yazımda aradan geçen yirmi yılın ardından The Imam’ın baş karakteri Emrullah’a ne olduğu sorusunun peşine düşmüşken, karakteri canlandıran Eşref Ziya Terzi tarafından filmin devamı niteliğinde yeni bir senaryonun çoktan kaleme alındığını ve hatta filme çekildiğini fark ettiğimdeki şaşkınlıkla karışık memnuniyet duygusunu dile getirmeden geçemeyeceğim. Biz zihnimizdeki bazı soruların cevaplarını kültürel tarihin satır aralarında ararken birincil elden, hem de aynı formatta çoktan cevapların verildiğini görmek filmler üzerine daha detaylı konuşmaya faydalı bir zemin sunuyor. Bu anlamda oldukça verimli bir tartışma dünyasına davet eden Yeniden Başlamak filmini henüz vizyon süreci bitmeden sinema salonunda izleyebildiğim için kendimi şanslı addediyorum.

Filmin analizine geçmeden önce bunun bir devam filmi niteliğinde düşünüldüğünü vurgulamam gerek. Karakterler The Imam filminde gördüğümüz, tanıdığımız karakterler; hatta onları canlandıran oyuncular da aynı. Üstelik iki filmin arasındaki bağlantıyı kurma işi seyirciye bırakılmamış, filmin hikâyesinde The Imam karakteri de zikrediliyor ve bunun bir devam filmi olduğu baştan açık ediliyor. Dolayısıyla izleyicinin iki filmi beraber düşünmesi bir bakıma talep ediliyor.

Her Şeyin Başladığı Yer

The Imam filminde ismini modernleştirmek adına Emre yapan Emrullah, bu filmde bambaşka bir isimle karşımıza çıkıyor: Kadir. Film bir devam filmiyse, diğer karakterlerin hepsinin adı aynıysa neden Eşref Ziya Terzi’nin canlandırdığı karakterin adı farklı? Çok geçmeden filmde sorunun cevabı da sunuluyor ve bunun bir hafıza kaybı sonucu olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla önceki yazıda sorduğumuz kimliğe dair sorular burada biraz daha derinleşiyor. İlk filmde bölünmüş bir kimlik problemi merkezdeyken bu sefer bellek-unutmak-yeniden hatırlamak temaları merkeze yerleşiyor. Yine ilk filmde görmediğimiz, ama bahsi geçen babanın bu filmde belleğin derinliklerinde bir yerlerden çıkıp geldiğini görüyoruz, üstelik ana karakterle aralarında sıcak ve samimi bir baba-oğul ilişkisi olduğunu da öğreniyoruz. Hafızasını tamamen yitirmiş, kim olduğunu sorgulayan bir karakterin kendine dair hatırladığı tek şeyin babasıyla Kur’an talimi yaptıkları çocukluk anıları olması dikkat çekici. The Imam’ın geçmişine dair anıları ilk gençlik yıllarındaki travma etrafında şekillenirken, Yeniden Başlamak filminde daha geriye gidiliyor ve orada huzurlu, kim olduğuyla barışık, hatta o günlerin özlemini çeken bir karakter portresi çiziliyor.

“Kimim ben?” sorusunun peşinden giden başkarakterin zihinsel yolculuğunda yeniden başlamaya dair hikmetli konuşmanın bir kunduracının dükkânında geçmesi anlamlı, güzel bir estetik tercih. Klasik dönemde olduğu gibi zanaat ehlinin aynı zamanda hikmet ehli olduğuna dair güzel bir işaretin senaryoya yerleştirildiği sahne, vermek istediği mesajı nasihat şeklinde açıktan dile getirmekle beraber bu geleneksel düzlemle kurduğu bağ dolayısıyla rahatsız etmiyor. Işığın karakterler üzerine kontrollü düşüşüyle tıpkı bir ortaçağ tablosunu andıran görüntülerin tasarlandığı bu sahne, bana kalırsa filmin estetik bakımdan en tatmin edici anlarından biriydi diyebilirim. Karakteri bu kunduracı dükkânına çeken şeyin ise oradan gelen bir ses olması da ilgi çekici. Üzerinde çokça çalışıldığı belli olan ses tasarımı, Eşref Ziya Terzi’nin müzik alanındaki meslekî deneyimini de filme taşıdığını belli ediyor. Sadece görsel değil, işitsel anlamda da duyulara yoğun bir şekilde hitap etmenin amaçlandığı anlaşılan filmde yine de müziğin müdahalesini biraz fazla bulduğumu itiraf etmeliyim. Ancak hedeflediği kitlesel seyirci ve bağlamına oturduğu popüler sinema çerçevesinde düşünüldüğünde bu da anlaşılabilir bir tercih.

Teknik konulardan bahsetmişken filmin estetik yönü üzerinde çok çalışıldığını hissettiğimi söylemeliyim. Sahne ve kostüm tasarımı, seçilen mekânlar ve kameraların yerleşimi, ışık yönetimi, şehrin dar ve kalabalık sokaklarından panaromik manzaralarına varıncaya kadar hareketli kameralarla birçok açıdan alınan görüntüler izleyiciye tam bir görsel şölen sunuyor. Bu bakımdan günümüz seyircisinin gözünü doyurabilen, filmi beyaz perdeye taşımanın hakkını veren, üzerinde özenle çalışıldığı ve hiçbir kolaycılığa kaçılmadığı her yönüyle belli olan bir film ile karşı karşıyayız. 

Balat’ın renkli sokakları, Galata Kulesi çevresindeki hareketli mekânlar, Haliç’in tepeden görüntüleri, şehrin metropol yüzünün de çekincesiz bir gerçeklikle filme taşındığı rezidanslar ve nihayetinde Marmara yapıma da sembolik bir işaretin hissedildiği Marmara kıyılarının tepeden görüntüleri… Filmin tamamı İstanbul’da geçiyor: Büyük iş merkezlerini, turistlerin uğrak merkezi kalabalık meydanları, küçük esnaf dükkânlarını, büyük şirketlerin patronlarının villalarını, iç mimarisi her yönüyle günün modasını yakalayan teknoloji şirketlerini ve buradaki basın toplantılarını, şehrin büyük ve nitelikli hastanelerini, polis karakolunu görüyoruz. Bu anlamda İstanbul gibi karmaşık bir şehri seçip gerçek mekânlarda çekim yaparken oldukça cesur davranıldığını görmek mümkün. Hikâyesi taşranın bir köyünde geçen yirmi yıl önceki The Imam’a  karşılık, Yeniden Başlamak filminde bu sefer farklı adımlar atıldığına şahit oluyoruz. Hikâyenin şehir merkezine taşınmış olması da bana kalırsa ilgi çekici ve taşrada geçen anlatıların ötesine geçilebildiğine dair umut verici bir işaret.

The Imam’a neler olmuş?

Emrullah hafızasını kaybedip Kadir olunca, yani kimliği bir başkasınınkiyle karışınca neler olmuş? Hikâyenin yirmi yıl sonrasında yaşananlar biraz şaşırtıcı. Emrullah’ın en yakın arkadaşı ve iş ortağı Mert, onun hafızasını kaybetmesini (ve fiziksel olarak ortalıktan kaybolmasını) fırsat bilerek şirketin hisselerini kendi üzerine geçirmiş. Bir önceki filmde gittiği taşra köyünden şehre getirip destek olduğu, okuttuğu, şirkette iş verdiği Tarık karakteri de Mert ile iş birliği yaparak bu ihanete ortak olanlardan biri. Bu bize sembolik olarak bireyin büyük şehirdeki yalnızlığını ve güvensizliğini hissettirirken, filmin devamında yine de umudumuzu yenileyebilecek işaretler bırakılıyor. The Imam filminden tanıdığımız karakterlerin çoğunun yirmi yıl sonraki hâllerinin bu filmde aynı oyuncular tarafından canlandırılmaları, yani kadronun neredeyse tamamının bu kadar zaman sonra yeniden bir araya getirilmesi ise büyük başarı bana kalırsa.

Önceki filmde baskın tema olan iki kimlik arasında sıkışıp kalma problemi, bu filmde “kim olduğunu tamamen unutma”  biçimine dönüşmüş. Bu bizi ister istemez muhafazakâr kimliğin bugünkü sorularından biriyle yüzleşmeye davet ediyor gibi: Büyük şehirlerdeki kapitalist düzenin içerisine karışınca Müslümanlar kim olduklarını, nereden geldiklerini unuttular mı? Kimliği bu sefer taşrada aramak yerine daha da geçmişe, mazinin çok derinliklerinde bir yerlere, her şeyin saf olduğu o çocukluktaki sıcaklığa mı dönmeli? Emrullah’ın bu sefer adını değiştirmek yerine tamamen unuttuğu bir dünyada, yanlış bir kimlik kartında yazan ismi benimseyecek kadar yitirdiği benliğine ulaşmak için elinde kalan tek şey hafızasının derinliklerinde kalmış babasıyla kurduğu sıcak bir baba-oğul ilişkisi. Sosyo-politik düzlemde düşündüğümüzde ise bu durum,  gelinen noktada mazi ile, köklerin dayandığı yerle, kendi tarihiyle barışmanın; hatta kimliği ta oralarda bir yerlerde aramanın işaretini veriyor gibi. Daha da derinleştirirsek bu temellere dönüş fikri kurtuluşun yalnızca İslâm’ın en erken döneminde aranması gerektiğini öne süren yaklaşımı da biraz andırıyor. O dönemin saygınlığı ve örnekliği tartışılmaz elbette, ancak unutmamak gerek ki yine o dönemi üstün kılan özelliklerden birisi de çağın sorunlarına o gün için en makul ve güncel cevapların verilebilmesiydi. Bu durum günümüz için de geçerli gibi geliyor, yani mevcut şartları göz önünde bulundurarak hâkim düzene rağmen serinkanlılıkla kim olduğunu bulabilmek sorunu.

Filmde aynı zamanda bir başka gencin baba-oğul hikâyesi de merkezde. Büyük bir tekstil şirketinin mirasçısı olabilecekken Sedat, babasının kapitalist dayatmalarını ve üzerindeki baskısını reddederek evinden ayrılmış, Balat çevresinde kağıt topladığı bir hayatı tercih etmiş bir karakter. Hikâyenin gerçekçiliğini sorgulamak yerine sembolik anlamına dikkat çekmek istiyorum, zira filmde bütün karakterlerin seyirciye bir “ders vermek” maksadıyla kurgulandığı çok belli. Annesinin ve Kadir’in Sedat’a verdiği ders niteliğindeki demeçlere ek olarak, Sedat da kendi mesajını (belki de biraz fazla) açıktan veriyor. İşin ilginç tarafı ise arkasına temsilen aldığı gökdelenleri gösterip derdini annesine haykırarak anlatırken kapitalizmin temsili olarak gördüğü babasına olan tepkisi ile Müslümanlığı temsil etmesi beklenen otoritelere verilen tepkinin aniden birbirine geçmesi. Baba-oğul arasındaki mirasın ve düzenin devralınması anlatısı, buradan sosyolojik katmana uzanan bir kapitalizm eleştirisi, her nedense birdenbire manevî alana kayıyor ve karakterin inancını sorgulamasının da sebebi oluveriyor. Filmin sorgulamaya açmak istediği konu, yani kapitalizm ile dinî değerlerin birbirine karıştığı bir düzenin yeni nesilde yarattığı psikolojik gerginliğe dair sorgulama alanı, bu hızlı geçişler dolayısıyla biraz yüzeyde kalıyor. Seyirciye sorular sordurmak yerine cevapların karakterlerin dilinden haykırılması elbette bir tercih, ancak bu durum da artık kürsüde olmasa da The Imam’ın vaaz verme alışkanlığından henüz çok da sıyrılamadığını hissettiriyor.

Mesajlarını belirli tipler üzerinden açıkça söyleyen, gizleme gereği duymayan, bu bakımdan fazla öğretici bir ton benimseyen filmin genel anlatısını zayıflattığına inandığım birkaç alana daha değinmek istiyorum. Karakterlerin çoğu sembolik özelliklerin dışında bir değişim sergilemiyor, iyiler yanılmıyor, kötüler çekinmiyor. Hafızasını yitirip Kadir olan Emrullah dahi yine bir kimlik arayışında gibi görünse de herkesin saygı ve hayretle izlediği örnek bir ağabey olmaktan bir an uzaklaşmıyor. Öte yandan, ucu kriminal bir vakaya bağlanan ana meseleyi aydınlatmak üzere bir araya gelen iki başrol genç yani Sedat ve Çiğdem, sadece arkadaş olup yollarına devam edebilecekken aralarına filmin genel anlatısına katkısı olmayan bir duygusal yakınlaşma yerleştirilmiş. İyi karakterlerin hepsinin ağzından bir noktada mutlaka eğitici-öğretici bir demeç duymamızın yanında, filmin ana meselesiyle çok da bağlantılı olmayan ve iyi işlenemediğini düşündüğüm çocuk istismarı meselesi de filmin genel anlatısını zayıflatan noktalar.

Yeniden Başlamak’ta bir önceki filmden farklı olarak bu sefer merkezdeki ana karakterlerden birinin kadın olması dikkat çekici. Filmin anlatısının en başından itibaren gazeteci bir kadın olan Çiğdem’in merakı ve sorularıyla gelişmesi bu sefer anlatıya yeni bir boyut getirmiş denilebilir. Diğer taraftan yirmi yıl önceki karakterlerin neredeyse tamamı Yeniden Başlamak filminde karşımıza çıkarken, hikâyesini merak ettiğimiz ama senaryoda yine izini bulamadığımız kadınlar var. Bir önceki filmin Tarık karakteri taşradan büyük şehre gelip okumuş, büyük bir teknoloji şirketinde üst düzey pozisyonlardan birine yerleşmiş iken aynı jenerasyondan olan ve başörtüsü yüzünden okuyup okuyamaması bile soru işareti olarak kalan Zehra’ya acaba ne olmuştur? Emrullah’ın (Yeniden Başlamak filmindeki adıyla Kadir’in) hafızasının derinliklerinde babasına dair anılar vardır ama annesi bu sevimli çocukluk anılarının neresindedir? Hepsinin ötesinde, hikâyenin yine ima ettiği üzere bir eşi olduğunu anlarız ama onu da görmeyiz. Bütün bu eksiklikleri art arda düşününce hangi kadınların ne rollerde, ne kadar görünebilir olduğu, hikâyenin kimleri “örtmeyi” seçtiği ve kameralardan uzak tuttuğu üzerine de düşünmeye alan açıyor film. Muhafazakâr kimliğin, imam-hatip liselerinin, geçmişi hatırlamanın, yeniden başlamanın, yeni dünya düzeniyle yüzleşmenin, dinî değerlerle barışmanın merkeze alındığı; cesaret gerektiren tartışmaları gündeme taşımaktan çekinmeyen bir anlatıda bütün bu meselelerin tam kalbindeki tesettürlü kadınların mutlak görünmezliği bazı soruları cevapsız bırakmakla kalmıyor, kendisi başlı başına bir soruya dönüşüyor.

Aradan geçen yirmi yıl. Karakterlerin geldikleri noktalar, ihanet, hayal kırıklıkları ve kayıplar sıralandıktan sonra gerçekten manzara bu kadar umutsuz mu diye düşündürürken film, hafıza meselesinin hassas zemininde sürpriz bir dönüş yapıyor ve tüm soruları bambaşka bir boyuta taşıyor. Bu keskin dönüşü yazıda açık ederek izleyicinin seyir zevkini kaçırmak niyetinde değilim, o yüzden filmin en başarılı ve etkileyici bulduğum kısmına dair yorumlarım da dile getirilmeden saklı kalacak. Yine de filmi izleyenlerle belki zihinlerde buluşmak mümkün olur diye sorularımdan birini not etmeden geçemeyeceğim. Bellek üzerine çalışanlar anılara geçmişte yaşanan olayların birebir kaydı değil, bir yanlış hatırlamanın eseri olarak yaklaşır. Hafıza dediğimiz şey acaba sadece yaşananların kaydedildiği bir merkez mi, yoksa hatırlamak yaratıcı fikirlere alan açan bir kurgu mekanizması mı? Dolayısıyla filmin merkeze aldığı “Kimim ben?” sorusunun cevabını köklerimizde mi, yoksa maziyi bugün zihnimizde kurgulayış biçimimizde mi aramalıyız?

Z. Nihan DOĞAN

1992 İstanbul doğumlu sinema araştırmacısı. Kültürel Çalışmalar bölümünde yüksek lisansını erken dönem Türk Sineması üzerine yazdığı teziyle 2018'de bitirdi. 2023 yılında Galatasaray Üniversitesi’nde Medya ve İletişim Çalışmaları üzerine doktorasını tamamladı. Klasik İslam Sanatlarını ilgiyle takip ediyor, kamera arkasında olmayı ve fotoğraf çekmeyi seviyor, üniversitede sinema dersleri veriyor. Günce Sinema'da film eleştirileri, güncel popüler kültür araştırmaları ve akademik literatür incelemeleri ile alana katkıda bulunmayı hedefliyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

5  +  1  =  

Bunlar da ilginizi çekebilir:
Kapalı
Başa dön tuşu