REJİ'DENSİNEMAYA DAİRSÖYLEŞİ

Federico Fellini ile Söyleşi

*Bert Cardullo’nun Federico Fellini ile yaptığı bu söyleşi, 1986 yılının yazında İtalya’da gerçekleşmiştir.

Film çekmeye nasıl başladığınızdan biraz söz edebilir misiniz Bay Fellini?

 

Ben sinemaya senaryo yazarlığı vesilesiyle, senaryo yazarlığına da karikatür çizmenin yanı sıra köşe yazıları ve öyküler de yazdığım dergilerle, özellikle Marc’ Aurelio gibi mizah dergileriyle başladım. Eğer 1944 yılında, bir gün Roberto Rossellini beni Roma, Açık Şehir (1945) filminin senaryosunda birlikte çalışmak için çağırmasaydı, sinemayı kendim için bir meslek olarak değerlendirmezdim bile. Rossellini, hayatımın sisli ve cansız bir döneminden sinema evresine geçmeme yardımcı oldu. Rossellini ile olan karşılaşmamız salt bir etkilenmenin ötesinde gelecekteki kaderim için de önem taşıyordu. Bana kalırsa Rossellini’ninki Ademvâri bir babalıktı; benim kuşağımdan pek çok kişinin kendisinin soyundan geldiği bir “ata” görevini görüyordu o. Yani bu özel uğraşa açıktım, o da oraya doğru ilerlememde bana yol göstermek için doğru zamanda geldi, diyelim. Ama hayatımın o noktasında bir yönetmen olmayı düşünmüyordum. Bir yönetmende bulunan gaddarca baskın, tutarlı, detaycı, çalışkan ve de en önemlisi her konuda kararlı olma özelliklerinden yoksun olduğumu düşünüyordum: Bunlar mizacımda olmayan şeylerdi. Bir filmi yönetebileceğime olan inancım daha sonradan, bir anda kendimi işin içinde bulup artık çıkamayacak duruma geldiğimde oluştu.

Rossellini, Pietro Germi ve Alberto Lattuada için çok sayıda senaryolar yazdıktan sonra “Varyete Işıkları” adında bir öykü kaleme aldım. Öykü, bir grup oyuncuyla İtalya’yı turladığımız zamana dair hatıralarımdan oluşuyordu. Bu hatıraların bazıları gerçekti, bazılarını ise kendim uydurmuştum. (Bu öykünün) filmini Lattuada ile ikimiz yönettik. O “kamera”, “oyun”, “kes”, “herkes dışarı”, sessizlik” vs. diyordu, ben de yanında rahat ve sorumsuz bir pozisyonda oturuyordum daha çok. Aynı yıl, 1950’de Tullio Pinelli ile birlikte “Beyaz Şeyh” adında bir öykü yazdık. Filmi Michelangelo Antonioni’nin yönetmesi gerekiyordu ama senaryoyu beğenmedi. Bu yüzden filmin yapımcısı Luigi Rovere filmi benim çekmemi söyledi. Dolayısıyla bunu tartışmasız bir biçimde söyleyebilirim ki hiçbir zaman bir yönetmen olmaya karar vermedim. Rovere’nin özensiz sayılabilecek güveni beni yönetmen olmaya itti.

Sinema, büsbütün gizemli bir şey benim için. Dediğim gibi, mizacım beni daha farklı bir yere götürüyordu. Bugün bile bir film çekimi bittiği zaman kendimi, nasıl bu kadar aktif olduğuma, insanları harekete geçirdiğime, bir günde yüz karar aldığıma, ona buna “evet” ve “hayır” dediğime ve aynı zamanda tüm o güzel kadın oyunculara nasıl deli gibi âşık olmadığıma hayret ederken buluyorum.

Kadınları bir kenara bırakırsak, vasatlığın hâkim olduğu bu zamanlarda -belki de siz böyle düşünmüyorsunuzdur- nelerden, nasıl ilham alıyorsunuz? 

 

Evet, hiç kuşkusuz ilkel bir çağdayız. Bir geçiş çağında olduğumuzu söylüyorlar, ama bu her dönem için geçerli. Artık mitlerimiz yok. Hristiyan mitinin insanlığa artık bir faydası oluyormuş gibi görünmüyor. Hâl böyle olunca biz de, bizi rahatlatması için yeni bir miti beklemeye koyulduk. Ama hangisini? Her şeye rağmen, böyle bir zamanda yaşamak çok acayip. İçerisinde yaşadığımız zamanı kabul etmemiz gerekiyor, başka seçeneğimiz yok. Yine de hayattaki amacımın -ya da görevimin diyelim-, tanıklık etmek olduğunu hissediyorum ve eğer hayatınız bu tür bir tanıklığı barındırıyorsa tanığı olduğunuz şeyi kabul etmeniz gerekiyor.

Tabii geçmişe ve geçmişin ne kadar harika olduğuna dair nostaljik duygular besleyebilir, var olan değerler aşındığı için yas da tutabilirsiniz, ama bunları yapmak bir anlam ifade etmiyor. Bu kuşaktan bir gözle bakınca geçmişe dair belirli bir pişmanlığın olduğunun farkındayım ama şahsen geleceğin geçmişi asimile edeceğine güvenerek yaşamaya çalışıyorum. Geçmiş kendini geleceğe dönüştürecek, böylelikle bir anlamda “yeniden” yaşanacak: Pişmanlıkla değil, gelecekteki dünyanın ayrılmaz bir parçası olarak.

 

Bu bakış açısı sizin dış gerçeklikten ziyade iç gerçekliğinize odaklanmanız ile mi ilgili? İlhamınızın temelini iç gerçekliğinizi meydana getiren hayaller ve fanteziler mi oluşturuyor? 

 

Bana neyin ilham olduğuna fazla odaklanmıyorum. Bunu yapmak yerine sanrılarıma, sıkıntılarıma ve korkularıma temas etmem gerekiyor; üzerine çalışacağım malzemeyi bana bunlar sağlıyor. Yıkımlarım, boşluklarım ve çatlaklarımla; tümüyle bir demet yapıyorum ve bunları itidal ve uzlaştırıcı bir tavır ile gözlemlemeye çalışıyorum.

Via Veneto’da Fellini anısına plaket: “Federico Fellini, Via Veneto’ya Dolce Vita Sahnesini Kazandıran Kişi, Roma Devleti Senatosu, 20 Ocak 1995”

Sormamda bir sakınca yoksa nelerden korkarsınız?

 

Yalnızlıktan korkarım; yalnızlığın eylem ile gözlem arasında yattığı o boşluktan. Bu, tanıklığımı da aynı anda sürdürebileyim diye eylemin beni alıp götürmesine izin vermeden hareket etmeye çabaladığım varoluşumun bir yansıması. Kendiliğindenliğimi hem bu tür bir tanıklığı benimsediğim için hem de mütemadiyen inceleyip yorum yapma alışkanlığım nedeniyle tamamen kaybetmekten korkuyorum. Yaşlılıktan, delirmekten ve çökmekten de korkuyorum.

Yalnızlık, korkularınız arasında üst sıralarda yer aldığı için mi film çekiyorsunuz?

 

Film çekmek benim için yalnızca bir yaratım faaliyeti değil, bununla birlikte varoluşsal bir ifade biçimi. Tek başımayken münzevi bir tavırla yazılar yazar, resim yaparım. Belki de karakterim çok sert ve şiddetlidir. Gerçi sinemanın kendisi bir mucize, çünkü film çekerken hayatı tıpkı anlattığınız gibi yaşayabiliyorsunuz; bu çok ilham verici. Benim mizacıma ve duyarlılığıma sahip birisi için günlük hayattaki ile ekranda yarattığım arasındaki bağlantı harika bir şey. Yaratıcı insanlar, adına “gerçeklik” ve “fantezi” dediğimiz şeylerin birbirinden kopuk olduğu ve birbirine müdahale ettiği son derece belirsiz bir alanda yaşarlar. Düş ile gerçeklik, bir bütüne, en nihayetinde aynı şeye dönüşür. Sözün kısası, içtenlik ve yaratıcılığın birbirine ayrılmaz bir biçimde karıştığı hikâyeler anlatmaktan keyif aldığım kadar şaşırtmaktan, utanmazca itiraf edip günah çıkarmaktan, beğenilmekten, ilgi çekmekten, ahlak dersi vermekten; peygamber, tanık, palyaço olmaktan da keyif alıyorum. İnsanları güldürmekten ve etkilemekten de… Bundan başka motivasyona gerek var mı?

Kendinizi romantik biri olarak görüyor musunuz?

 

Dünyaya karşı romantik bir bakış açısı sergilediğimi düşünmüyorum, çünkü dünyaya karşı belirli bir bakış açım yok. Muhtemelen romantik bir sanat ve sanatçı anlayışım var, ama yok, dünya için geçerli değil bu. Yaramaz bir çocuk gibi görüntülerin ardını, içyüzünü irdelemeyi, orada gerçekte neyin saklı olduğunu keşfetmeyi seviyorum. Bunu yaparken dış görünüşlere fazla güvenmemeye ve sahte olanın gerçek yüzünü göstermeye çalışan şüphecileri haklı buluyorum. Bir ideolojim yok, ama kendimi biriyle tanımlamam gerekseydi sanatın güzelliğinin; sahteliğin maskesini düşürmesinde, eğiticiliğinde, insanların zihnine gerçekliğin göründüğünden çok daha karmaşık olabileceği şüphesini yerleştirmesinde, insanlara tereddütün yükünü değil şüphe duymanın keyfini vermesinde ve onların tabular, kavramlar ve ideolojiler arasında korunaklı hissetmelerini engellemesinde olduğu yönünde olurdu. Hayat her şeyden daha karışık. Eğer fotoğraflarımdan bir motif çıkarmam, içlerinden geçen bir akışı bulmam istenseydi, o şeyin sadece bu anlattıklarım olduğunu söylerdim. Bu, geleneksel şemalardan kurtuluş, ahlaki kurallardan özgürleşme girişimidir. Bir başka deyişle bu, hayata zorla verilen tüm yapay şekillerin aksine, onun gerçek ritmini ya da kuralını ve hayati önem taşıyan ahengini bir “yeniden elde etme” girişimi. Bunun yaptığım tüm filmlerdeki ana fikir olduğunu düşünüyorum.

Yargılanmaktan kaçındığınız anlamına mı geliyor bu?

Bu pek mümkün değil. Bizler kültürlerimizin kölesi ve duygularımızın esiriyiz. Öznel bir bakış açısını daima koruyoruz. Öznellik, belirli bir eğitimden geçtiğimiz, belirli kitapları okuduğumuz ve belirli duyguları hissettiğimiz anlamına gelir. Tüm bu esrarengiz ve çelişkili şeyler bizim muhakeme yetimizin temelini oluşturur. Yalnızca bir tanık gibi davranmaya çalışsanız bile bu öznel unsuru göz ardı edemezsiniz.

Roma, Açık Şehir (1945) - Fragman

Zeynep KANTARCI

1999 yılında Yalova'da doğdu. İlk ve ortaokulu Suudi Arabistan'ın Cidde şehrinde, liseyi Yalova'da bitirdi. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Çeşitli yazı ve çevirileri Yedi İklim, Cins, Skyroad ve Şiir Versus dergilerinde yayımlandı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

5  +    =  9

Başa dön tuşu