
Kime Gerçek Kime Hikâye
Yaşadığımız olayları “anı” diye kaydederiz çoğu zaman zihnimize, fotoğraflarımızı hâtıra kutularımızda saklarız, hâtıra defterleri tutarız. Bu yaşadığımız, yakaladığımız yahut yakalandığımız anlar bir sanat yoluyla ifade edildiğinde çoğu kez isimleri değişir. İçinde bulunduğumuz o hayat parçası kurmaca bir türün adı ile birleşir. O anıya artık “yaşanmış bir hikâye” deriz örneğin. Gözümüzün önünden geçen film şeridi “gerçek bir hikâyeden uyarlanmış” olur. Anılar birincil kaynak sayılsa da yaşanmış hikâyelerde daima güvenilmez -daha doğru tabirle- ihtiyatla yaklaşılması gereken bölümler vardır. Film ilk olarak bu klişe ile uğraşıyor.
2018 yılında gösterime giren The Tale (Hikâye) yönetmeninin maruz kaldığı bir istismarı “bildiğim kadarıyla gerçektir” notu ile perdeye taşıyor. Film ana karakter Jennifer’ın şimdisi ve anıları olmak üzere iki zaman düzleminde ilerliyor. İki zaman düzlemini aynı anda etkileyen kırılma noktaları göz önüne alındığında kendimce daha kolay bir okuma sağlayabilmek adına filmi “anı”, “hikâye ve gerçek”, “yüzleşme” şeklinde üç kısma ayırıyorum.

“Anı” olarak adlandırdığım ilk kısımda Jennifer akademisyen kimliğinin yanı sıra istismara uğramış kadınlarla ilgili bir belgesel hazırlığında olan, ilk ilişki deneyimini mutlulukla hatırlayan, kırk sekiz yaşında, nişanlı bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Anılarında onu on beş yaşındaki haliyle görüyoruz, çevresini tanıyoruz. Bu kısım Jennifer’ın on üç yaşında kaleme aldığı bir hikâyenin annesi tarafından bulunması ve kendisine gönderilmesi ile son buluyor.
Jennifer’ın ilk ilişki deneyiminden esinlenerek yazdığı bu hikâye o dönemde İngilizce öğretmeni tarafından kurmaca bir metin olarak beğeniliyor. Hikâyenin arkasında Jennifer ve annesi tarafından o sırada belki görülmemiş belki de önemsenmemiş bir not bulunuyor. Bu notta öğretmen kısaca: “Bu ödev kurmaca bir metin olmasaydı, istismara uğradığını düşünürdüm.” diyor.

Yıllar önce yazdığı bu hikâyenin eline tekrar ulaşmasından sonra Jennifer için yepyeni bir zihinsel süreç başlıyor. “Hikâye ve Gerçek” adını verdiğim bu kısımda hikâyesini ve öğretmenin notunu tekrar okumanın üzerinde bıraktığı tesir ve annesinin de ısrarlarıyla kendi hatıralarındaki karakterler ile hem zihninde hem de gerçek dünyada tek tek görüşen Jennifer, bulduğu fotoğrafların da yardımıyla aslında başından geçen olaylar sırasında henüz on üç yaşında olduğunu, kendisinden yaşça çok büyük olan koşu antrenörü Bill ve binicilik hocası Bayan G. tarafından istismara uğradığını, hayatı boyunca yaşadığı pek çok duygunun belgeseli için röportaj yaptığı kadınların duygularıyla benzer olduğunu farkediyor. Anılarındaki kurmaca, yerini hikâyedeki gerçeğe bırakıyor. “Şimdi”de yaşadığı bu olayla birlikte Jennifer’ın zihnindeki geçmiş de değişiyor. Her ne kadar “olan olmuştur, geçmişi değiştirmek mümkün değildir” diye bilsek de Jennifer’ın hikâyesi kişisel tarihimiz için bunun mümkün olabileceğini gösteriyor. Filmin uğraştığı diğer bir klişe de bu oluyor.
Son bölümde Jennifer; annesi, koşu antrenörü ve kendi çocukluğu ile teker teker yüzleşiyor. Film o zamana kadar bunun bir aşk hikâyesi olduğu konusunda direnen küçük Jennifer’ın da artık durumu kabul ettiğini anladığımız bir sahne ile sonlanıyor.
The Tale sarsıcılığı tartışılmaz bir istismar hikâyesi. Bunun yanında benim dikkatimi çeken diğer tarafı; insanın zihninde kendi anılarını kurgulaması, yaşadıklarını olduğu gibi değil istediği gibi hatırlaması –ki küçük Jennifer bunu kendini bir kurban olarak görmemek için yaptığını söylüyor-, “benim kurgum” dediği bir hikâye aracılığıyla kendisiyle yüzleşmesi gibi pek çok psikolojik süreci içinde barındırıyor olması. Ebeveyn davranışlarının çocuklar üzerinde etkisi, anneye benzeme korkusu ve bunun bireye etkisi ve hatta zihnimizde yer etmediğini sandığımız pek çok unsurun seçimlerimizi belirler hale gelmesi gibi ayrıntılar da bu süreçlerin okunmasına dâhil edilebilir.

Sadece Bill ve Bayan G.’nin kendilerini bir koruyucu gibi tanımlayarak, ailesinden duygusal olarak uzaklaşmış bir çocuğu kendi tabirleri ile güya eşit ve özgür bir masada, birey(!) olarak ağırlamaları ve çocuğun toplum içinde kendine bir yer edinme ve kendini sevdirme gayretinden faydalanarak onu bir karar vermeye (ilişkiye razı olmaya) zorlamaları sahneleri bile sözlü istismarın dışında kaç türlü psikolojik şiddeti barındırıyor bilmiyorum. Pek çoğumuzun konular ve yaş değişkenlik gösterse bile, bir şeyleri kanıtlamak ya da kaybetmemek adına istemediği kararları vermeye zorlanmış olabileceğini tahmin ediyorum. Filmin sarsıcı bulunma sebeplerinden biri de bu olabilir diye düşünüyorum. Jennifer bizi kendi hikâyesi ile sarsarken, kendi hikâyelerimiz üzerinde de düşünmeye sevk ediyor.
Jennifer’ın anıları içinde gerçeği ararken, bir belgeselci profesyonelliği ile dolaşması ve bu sahnelerin sinematografik olarak da başarıyla ele alınması izleyiciyi de hikâyenin içine başarıyla dâhil ediyor. Bu pek tabii kendi yaşamından bir kesiti izleyici ile buluştururken hem senaristlik hem yönetmenlik yapan Jennifer Fox’un başarısıdır. Tam da bu sırada anı, hikâye, gerçek derken işin içine bütün bunları yeniden değerlendirerek bizlere sunan yönetmenin senaryolaştırma, bakış ve sunuş tarzı dâhil oluyor ve insan ister istemez yeniden “ne kadar kurgu ne kadar gerçek” diye düşünüyor. Yönetmen “bildiğim kadarıyla gerçek” diyor. Çok sevdiğim bir deyimi hatırlıyorum “bana gerçek, size hikâye”.
Merhaba,
Etkileyici ve hatta biraz tüyler ürperten bir filmi hakettiği şekilde gerçeklik ve kurgu düzleminde tartışarak belgesel sinema üzerine bir kez daha düşünmeye sevk eden iyi bir yazı idi. Heyecanlanarak okudum. Teşekkürler bir kere daha dikkatlerimizi bu konulara çeken bu yazı için.
“Jennifer’ın anıları içinde gerçeği ararken, bir belgeselci profesyonelliği ile dolaşması ve bu sahnelerin sinematografik olarak da başarıyla ele alınması izleyiciyi de hikâyenin içine başarıyla dâhil ediyor.”
Okuru filmin hikâyesine dâhil eden ve merak uyandıran çok akıcı bir yazı olmuş. Teşekkürler.