DİZİ

Küçük İnsan Yoktur, Hikâyeler Vardır

Gönül Dağı (2020) dizisinin çok sevildiğini, kulaktan kulağa yayılarak seyircisini katladığını geçen sezon gördük. Ben de sevenlerinden övgüsünü duyup merak ederek diziyi izlemeye sonradan başlayanlardanım. Bozkırın insanın içini kavuran boşluğunda küçük bir kasabada geçen ve gerçeklik sınırlarını biraz zorladığının farkında olan, bu yüzden kendisine “bozkır masalı” diyen bu dizinin bu kadar sevilmesinin sebebi neydi?

Bir süredir bu soru üzerinde düşünüyorum. Özellikle de büyük yapımlara, zihni zorlayan senaryolara çokça alışmış günümüz seyircisi sadece kendinden bir şeyler bulduğu için mi bu diziyi sevdi? Bence bundan daha fazlası var. Öyle olsaydı bozkırı hiç tanımamış, sadece bir yaz Akdeniz’e giderken karayollarından geçmiş ve o zaman bile boşluktan yorulmuş benim gibi seyircileri yakalaması zor olurdu. Oysaki referansına güvenerek diziyi izlemeye başladığım sinema araştırmacısı da yurtdışında, Hollywood’da sektörde çalışan biriydi. Genç-yaşlı, çoluk-çocuk demeden bir kitleyi ekran başına toplayabilen bu tür dizilerde bireysel öz geçmişlerimizi aşan, dolayısıyla klasik “kendinden bir şeyler bulma”nın ötesine geçen başka bir doku var. Bir süredir bunun ne olduğunun peşindeyim.

Gogol’un Palto adlı uzun hikâyesini öyle böyle hepimiz duymuşuzdur. Bir yayınevi, kapaktaki tanıtımında Palto için “küçük adam’ın doğuşu” ifadesini kullanıyor ve Rus Gerçekçi Edebiyatı’nın başlangıcı kabul ediyor. Peki “küçük adam”ı doğuran bu edebiyat ne yapıyor? Birkaç sayfa sonra onu basit bir kavgada öldürüyor. Zaten küçük adam, bu yüzden küçük adam oluyor: Küçük hesapların peşine düşüp onların kurbanı olan ve ölümü de bir o kadar etkisiz adam. Okurda ufak bir şok etkisi yapan bu uzun hikâyeyi ilk okuduğumda hem yazarın üstümde bırakabildiği hisse şaşırmış hem de tanımlayamadığım bir ruh hâli içine girmiştim. Palto’nun roman yazınında açtığı kapı şüphesiz tartışılmaz. Hatta Dostoyevski gibi herkesin bildiği romancılar dahi bu eserin kendi üzerlerindeki etkisini itiraf edip hakkını teslim eder. [1] Lâkin insanı nereye konumlandırdığı noktasında bu hikâyeyi ele alabilmek ve ilk okuduğumdaki şaşkınlığın adını koyabilmek için üzerine bir düzine yıl devirmem gerekliymiş.

Doğduğumuz, içinde büyüdüğümüz kültürde küçük insan kimdir, büyük insan kimdir şöyle bir düşününce; aklıma bir nokta kadar küçülse dahi zübde-i âlem olan insan geliyor. Kâinatın özünü kendinde toplamış, her biri içinde ayrı bir âlem taşıyan küçük insanlar. Günlük koşturmacasıyla, maişet derdiyle, masalsı hayalleriyle, büyük idealleriyle, çok şey istemeyen kanaatkâr hâlleriyle; öyle ya da böyle kişisel hikâyesi kıymetli “küçük insanlar”. Gönül Dağı dizisinin karakter kataloğu, bozkırın düzlüğünde işte böyle bir harita çıkarıyor. Biri uçak mucidi, kasabanın boşluğunu teknoloji vadisine çevirmek istiyor. Biri duyduğu bir sesin peşine takılmışken diğer biri sesini duyurmak için çabalıyor. Büyüklü küçüklü pek çok hayal, gündelik-ideal ayrımı olmaksızın eşit derecede kıymetli olduğu hissettirilen dertler ve bitmeyen bir koşuşturmaca. 

Dizinin uçak mucidinden dolmuş şoförüne, belediye başkanından münzevî dedesine kadar herkesin sesine kulak vermesini her bölümün başında ve sonunda duyduğumuz dış seslerdeki çeşitlilikten takip ediyoruz. Her bölüm, diyajetik anlatıya [2] geçmeden önce diziden bir karakterin sesiyle başlıyor ve yine aynı sesin hayattan öğrendiği en büyük dersi anlatmasıyla son buluyor. Baştaki dış sesin ardından asıl hikâye başlayınca ise bölümler rengârenk karakterlerin birbirleriyle etkileşimi ile akmaya devam ediyor. Her karakterine söz hakkı veren, her birinin hikâyesini büyük-küçük demeden önemseyen ve hepsini insan olmaya dair önemli bir noktadan yakalayan dizinin gizli başarısı bence burada. Gönül Dağı’nda bir karakterle “özdeşleşmenize” gerek yok, onun yerine hepsiyle “dertleşiyorsunuz”. 

Belki fazlaca melodramatik belki de dram ile komedinin birlikte başarılı bir şekilde yoğrulması; ama türlere indirgemeden baktığımızda coğrafyayı da, insanı da küçümsemeden, hepsinin hikâyesini “demokratik” bir yaklaşımla ayrı ayrı önemseyen Gönül Dağı’nın çeşitli izleyici gruplarını ekran karşısına getirebilmesinde göz ardı edilmemesi gereken bir nokta var. İnsanın kendi başına kıymetli olduğunu serinin tamamına yayılmış bir şekilde biçimsel olarak hissettiren böyle bir dizide, izleyicinin ille de “kendinden bir şeyler bulmasına” gerek bile kalmıyor. Çünkü biliyorsunuz, siz de kendi hikâyenizle bir başka zübde-i âlemsiniz.

[1] Aslı Takanay, “Önsöz,” Palto, İstanbul: Bordo-Siyah Klâsik Yayınları, 2005, s. 12.

[2] Diyajetik (Diegetic) Anlatı: Bir film, dizi ya da herhangi bir anlatıda olayın geçtiği kurgusal zamanın bütünü için kullanılır. Anlatıcıya ait dış sesler, çerçeve hikâyeler, geriye yahut ileriye dönük zaman sıçramaları gibi kurgunun kendi akışı dışında kalan bölümler diyajetik anlatıya dâhil değildir (non-diegetic).

About Post Author

Z. Nihan DOĞAN

1992 İstanbul doğumlu sinema araştırmacısı. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra, Şehir Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümünde yüksek lisansını tamamladı. 2018 yılında “Sinema Dergileri Üzerinden Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Sinema Kültürü İnşası (1923-1928): İşletme, Yıldızlar ve Seyirci” başlıklı tezini savundu. Aynı yıl girdiği Galatasaray Üniversitesi’nde Medya ve İletişim alanında doktora çalışmalarına halen devam ediyor ve yakın dönem Türk Sineması üzerine tez çalışmasını sürdürüyor. İlgi alanları arasında yerli sinema tartışmaları, tüketim kültürü, postkolonyal incelemeler ve göstergebilim yer alıyor. Müzik araştırmaları ve Klasik İslam Sanatlarını ilgiyle takip ediyor, tezhip öğreniyor, kamera arkasında olmayı ve fotoğraf çekmeyi seviyor, yakın bir süreden beri Japonca öğreniyor. Sinema Güncesi’nde Uzakdoğu Sineması’nı, güncel popüler kültür araştırmalarını ve alandaki akademik çalışmaları takip ederek aktarmayı hedefliyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  +  40  =  49

Başa dön tuşu